Bu
kitap 1956’da John Fitzgerald Kennedy, Massachusetts Senatörü iken yazılmıştır.
Hayat Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır.
***
John F. Kennedy:
Bu
eserin konusu medenî cesarettir; yani insan meziyetlerinin en büyüğü olan bu
özelliği Ernest Hemingway şu şekilde tanımlar: “Her türlü baskıya rağmen erdem”.
“Geçmişteki cesaret ve fazilet
örneklerini unutan bir millet, mevcut liderlerinden cesaretli ve erdemli
davranışlar beklemesini bilmediği gibi, bu özellikleri mükâfatlandırmaktan da
aciz kalacaktır.”
Bir
kabine mensubu hatıratında şöyle demişti:
“Gerçi
Senatonun baştan aşağı bozguncuların bulunduğu bir yer olduğuna inanmak
istemiyorum. Ama Senatörlerin birçoğunun dürüstlüğüne ve ahlakına maalesef
güvenim yok. Senatörlerin çoğunluğu yeteneksiz, senatörlük için tamamen
yetersiz, basit kişilerdir. Bazıları adi ve kaba birer demagogdur. Bazıları
mevkilerini parayla satın almış zengin kimselerdir. Bazıları da partizanlığın
peşin hükümlerine saplanmış, anlayışsız, dar fikirli insanlardır…”
***
John F. Kennedy:
Siyaset
adamının milli menfaat uğruna kendi çıkarlarından fedakârlık etmesi beklenir.
Bir tek ilke için her rütbeyi, itibar ve güvenliği tepmesi istenir.
***
Senatör Albert Beveridge:
“Bir
parti ancak gelişmek sayesinde yaşayabilir. Dar fikirlilik partinin ecelini
getirir.”
John Quincy Adams daha
siyaset hayatına katılmadan önce: “Siyasi mücadeleye atılmak için kuvvetli bir
istek duyuyorum” diye hatıra defterine yazmıştı. “Ama bu devirde siyaset adamı,
bir partinin adamı olmak zorundadır. Bense bütün memleketin adamı olmak
istiyorum.”
“Particilik
ruhu bütün memlekete hâkim olmuş, öyle ki bir partiyi körü körüne tutmamak suç
sayılıyor.”
***
John F. Kennedy:
Büyük
krizler büyük adamlara ve kahramanlıklara gebedir.
***
Thomas Hart Benton:
“Söyledikleri
yalan, meyilleri kundakçılık, gayeleri birliği bozmak, silahları hainlik,
karakterleri gasıplık!”
***
Lucius Quintus Cincinnatus Lamar:
Millet ve hakikat için çalışmak
Lucius
Lamar sıradan bir politikacı değildi. Herhangi bir meseleye alacağı oy
bakımından değil, fikir ve gerçek açısından bakardı.
“Bir
senatör, seçmenlerine ne kadar bağlı olursa olsun, onlar tarafından da ne kadar
sevilirse sevilsin, onların fikirlerinin mutlak hükmü altında giremez. Girerse
kendi tecrübelerinden, araştırma ve incelemelerinden yararlanma fırsatını
kaçırmış olur. Kitlenin durmadan değişen his ve kanaatleri elinde bir oyuncak
haline gelir. Böyle bir davranış gerçek bir devlet adamı için alçaltıcı bir
hareket tarzıdır. Böyle bir senatörün hareketleri artık tecrübeye dayanan olgun
bir yargılamaya değil, moda olan her düşünüşün bir yankısından ibarettir.”
“Gençlere
daima gerçeğin yalandan, dürüstlüğün politikacılıktan, cesaretin korkaklıktan
üstün olduğunu anlatmaya çalıştım.”
Lamar
ve diğer birçok Konfederasyon liderleri bir savaş gemisinde Savannah limanına
doğru yol almaktaydılar. Limana girmeden önce bütün bu yüksek rütbeli subaylar
baş başa verip durumu tartıştılar. Sonra “Limana girmekte bir sakınca yoktur!”
diye hüküm verdiler.
Fakat
geminin kaptanı her ihtimale karşı Billy isimli bir tayfayı direğin tepesine
çıkardı.
“Limanda
hiç Yankee gemisi filan görüyor musun?” diye sordu.
Billy,
“Tam on tane Yankee gemisi görüyorum” diye cevap verdi.
Aşağıdaki
yüksek rütbeli subaylar, “Billy yanılıyor!” dediler. “Yankee donanmasının
nerede olduğunu biz biliyoruz. Savannah’da Yankee gemisi bulunmaz! Gemi yoluna
devam etsin!” diye kaptana emir verdiler.
Fakat
kaptan limana girmeyi reddetti. Subaylara:
“Sizler
askeri konuları ve savaş inceliklerini herhalde daha iyi bilirsiniz. Ama Billy
direğin ta tepesinden kuvvetli bir dürbünle baktığı için şu anda limanın durumunu
sizden daha iyi görmüştür!” diye cevap verdi.
Tayfa
Billy’nin haklı olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Savannah limanı gerçekten Yankee
gemileriyle doluydu. Tayfa Billy yerine yüksek rütbeli subayların sözü
dinlenseydi hepsi de yakalanmış olacaktı…
İşte
Lucius Lamar bu hikâyeyi anlattıktan sonra, “Ben de tayfa Billy gibiyim.”
diyordu. “Missisiphi Eyaleti’ni idare eden büyüklerden daha akıllı olduğumu
iddia etmiyorum. Ama direğin tepesinde olduğum için durumu onlardan daha iyi
görebildiğime inanıyorum.”
“Hemşerilerim,
beni direğin en tepesine gönderen sizsiniz. Ben de size oradan gördüğümü
anlatıyorum. Direkten in derseniz ben de gık demeden inerim. Zira sizi hoşnut
için yalan söylemek elimde değil! Ama beni yine direğin tepesine gönderirseniz
daima vatanıma, gerçeğe ve Tanrı’ya karşı doğru hareket edeceğimden emin
olabilirsiniz. Halkın egemenliği üzerine kurulmuş olan bir Cumhuriyet
idaresinde, siyaset adamının ilk görevinin fikirlerini seçmenlerine açıkça
anlatmak olduğuna eskinden beri inanmışımdır.”
“Siyaset
adamları halkın gerçek temsilcisi değil de bir çeşit emir kulu haline girdiği
müddetçe bu memleketin özgürlüğü, büyüklüğü daima tehlikede demektir. Siyaset
adamı emir kulu değil, bütün memleketin devamlı refahını ve gelecekteki
nesillerin mutluluğunu gözeten insandır.”
***
John F. Kennedy:
Asrın
başında endüstri, Amerikan hayatında hâkim olmuş; istidat, kabiliyet ve zekâ
sahibi kimseleri kendine çekmişti. Hayatta ilerlemek isteyenler saha olarak
kendilerine endüstriyi seçiyorlar, siyaset sahasına ise ilgisizlik, küçümseme
hatta alayla bakıyorlardı.
Böylece
siyaset adamlarının kalitesinde büyük bir düşme olmuştu. Senatoyu kurnaz
korporasyon avukatları, ya da çıkarcı, düşük ahlaklı profesyonel politikacılar
doldurmuştu. Mesela iç savaştan önceki yılların dram ve heyecanı bir vakitler
senatörleri Başkanlara meydan okutturan güç, o ilk devirlerin tantanalı, asil,
ağır havası yoktu. Artık Senato’daki çekişmeler bütün milletler tarafından
heyecanla takip edilmiyorlardı. Okul çocukları Senato’daki demeç ve söylevleri
ezberlemiyorlar ve büyüyünce siyasete atılmak hülyaları kurmuyorlardı.
Medeniyet
ilerleyip makine devrine girildikçe, Amerikan hayatının her bölümü gibi siyaset
de eskiye nispetle daha çapraşık, daha ayrıntılı, daha çok iş bölümü gibi
ihtiyaçlara ayak uydurmasını henüz başarmış değildi.
Siyasetle ilgilenen Amerikan
vatandaşları 20. asrın başındaki siyaset âlemini gözden geçirdikleri zaman
endişeye kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı. Böylece birçok idealist
vatandaşlar siyaset alanında bir reform yaratmanın gerektiğine kanaat
getirdiler ve yavaş yavaş Senato’da bu çeşit idealistlerin sesi duyulmaya
başladı. Seçmenlerle senatörler arasındaki kayıtsızlığın kökünü kazımak için
1913’te seçim mekanizmasında bir değişiklik yapıldı:
Senatörlerin seçilmesi işi eyalet
idarecilerinden alınıp doğrudan doğruya halka verildi. Çünkü eyalet idarecileri
son devirlerde o kadar bozulmuşlardı ki senatörleri seçerken artık halkın
tercih ve sevgisini asla dikkate almaz olmuşlardı. Senatörler parti şeflerini
ya da endüstri krallarını ve buna benzer çıkar sahiplerini hoşnut etmek
gayesiyle seçiliyordu. Mesela bir demiryolu şirketinin reisi bir keresinde bir
gazetecinin sorusuna:
“Hayır, senatör olmak istemiyorum!”
diye cevap vermişti. “O kadar çok senatör yarattım ki!”
***
George Norris:
“Herhangi
bir partinin veya şahsın aleti, kölesi, uşağı olarak zafer arabalarında
gezmektense, temiz bir vicdanla siyaset hayatından çekilir giderim daha iyi! Ne
dostlarının ne de düşmanlarının güvenip saymadığı ihtiyar bir politika kurdu
olarak bu hayata devam etmektense bir kenara çekilmeyi ve hem dostlarım hem de
düşmanlarım tarafından daima düşüncelerine bağlı kalan ve doğru bildiği yoldan
şaşmayan bir insan olarak hatırlanmayı tercih ederim!”
***
John F. Kennedy:
Washington’a
geldikten sonra gözleri açılmaya başladı. Büyük adam olarak gördüğü parti
liderlerinin aslında çıkarcı birer siyasi olduklarını ve her iki partinin de
birbirlerine yükledikleri suçları kendileri işlediklerini anladı.
***
George Norris:
“Biz
senatörler, her zaman seçmenlerimizin emrini aynen yerine getirirsek, Senato
otomatik bir makine haline gelir. Bu durumda senatörlük öğrenim, bilgi, düşünme
ve zekâ istemeyen, sadece ve sadece söz dinlemeyi gerektiren bir meslek olur.”
“Bazen
insan bir şey yapmak ister ama onu başaramaz. Cesareti kırılır. Ama yıllar
sonra bir de bakar ki bir başkası onun o boşa giden gayretinden cesaret almış
ve bu sefer zafere ulaşmıştır.”
***
Robert Alphonso Taft:
“Bu
mahkemede bir intikam havası tütüyor. İntikamda ise gerçek adalet nadiren
bulunur. Bu mahkeme Rus zihniyetine göre kurulmuştur; yani soyut adalete değil,
hükümet politikasına dayanır. Adaleti politikaya alet edenler, adalet fikrini
değerden düşürmüş olurlar…”
***
John F. Kennedy:
Kimisi,
“Bu kimseler milleti kendilerinden daha çok sevdikleri için bu şekilde hareket
ettiler.” diyebilir.
Aksine
ben, bu kimselerin kendi kendilerini sevdikleri için böyle hareket ettiklerine
inanıyorum. Kendi gözlerinde yüksek ve şerefli olmak, faziletli olmak, bu
kimseler için başkaları tarafından sevilip beğenilmekten daha önemlidir. Kendi
vicdanları, kendi prensipleri, kendi erdem ölçüleri o derece yüksektir ki
hiçbir menfaat ve baskı onlara tesir edemez.
Bencil
insanlar, aslında kendini seven ve beğenen insan değildir. Bu kimseler mevki ve
şöhretin süsüne, her ne pahasına olursa oldun ihtiyaç duyan insanlardır.
Gerçekten kendini seven ve değer veren bir insan mevki ve şöhret isteyebilir,
ancak kendinden asla fedakârlık etmez.
Bu
insanlar kendilerinin haklı olduklarına inanıyorlardı ve bu inançlarını her
türlü dünyevi menfaatten üstün tutuyorlardı.
Cesaret
ve faziletin anlamı da çoğu zaman kavranması güç bir şeydir. Bazıları cesaretin
yarattığı sonuçlardan hoşlanır ama sonuçlarını hiç düşünmez. Bazıları geçmiş
devirlerdeki kahramanlıklara hayran kalırken, kendi zamanlarında yaşayan
kimselere kahramanlığı yakıştıramaz.
***
Abraham Lincoln:
“Mutlak
iyi, ya da mutlak kötü olan pek az şey vardır. Hemen hemen her şey, özellikle
de devlet idaresi, iyi ile kötünün kesin hatlarla ayırt edilemez bir
karışımından ibarettir.”
Yorumlar
Yorum Gönder