Kitabı PDF olarak indirme bağlantısı:
https://drive.google.com/file/d/0B5NFhcSl0HKAVnZlczl0eEdFUFE/view?usp=sharing
ÖNSÖZ
Turan YAZGAN adını ilk 1993 yılında Bakü’de
duymuştum. Merhum Elçibey’in onu devlet töreni ile karşıladığı anlatılıyordu.
Kendisiyle 2006 yılında Burdur’a bir konferans için davet ettiğimizde
tanışabildik. Isparta, Antalya’nın ardından o gün üçüncü konuşması olacaktı.
Vali, Belediye Başkanı, Tugay Komutanı, ilin ileri gelenleri hep oradaydılar.
Üç saati bulan konuşma bitmiş kimsenin salondan ayrılası yoktu. İlde o güne kadar en ilgi gören konferans
olmuştu. İkincisi için de söz istemiştik.
“Ölmez sağ kalırsak” demişti. Ömrü vefa etmedi. Emr-i hak vaki oldu. 24 Kasım 2012 günü, bir
“Öğretmenler Gününde” aramızdan ayrıldı Türkün bu Korkut Atası.
30 Nisan 2006 günü Burdur öğretmenevinde verdiği
“Türk Dünyası” konulu bu tarihi konuşmanın II. bölümünü daha evvel
yayınlamıştık.(ölümünün ardından) 1.
bölüm o sırada elimizde yoktu. Ona da
ulaştık daha sonra. Paha biçilmez bir tarihi eserin diğer parçasına ulaşmak
gibi geldi bize doğrusu.
Neden Türk milletinin başı beladan kurtulmaz?
Coğrafyamızın kaderi. Dertler, çareler… hepsinin cevabı
konuşma içinde mevcut. Her yaştan, her
insanımıza bilmesi gereken, ders niteliğinde ibretlik tespitler.
Atatürk:
“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler
yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyordu. Hocaların hocasını dinleyince
bunun ne anlam ifade ettiği bugün çok daha iyi anlaşılıyor. Tartıştırılan
“Yavuz adı” gibi daha pek çok güncel konuya da cevap bulacaksınız bu tarihi
koşma içerisinde.
Hz Peygamber; “Âlimin ölümü âlemin helaki gibidir”
buyurmakta.
Bâki kalan bir hoş seda imiş. Turan Hocaya Allahtan
rahmet dileği ile.
Osman ERENALP
***
(Yazı konferansın kelime kelime dökümünden
ibarettir.)
Konferans Videosu Adresi:
TÜRK
DÜNYASI
DÜNÜ
– BUGÜNÜ, DERTLER – ÇARELER
Çok muhterem Valimiz,
Çok muhterem Belediye Başkanım,
Çok muhterem Dekanımız,
Devletimizin yüce temsilcileri,
Kıymetli dostlar, Aziz gençler;
“Burdur”, “Isparta” benim bölgem. Bunun için, başka
yerlerde bana konuşmak çok kolay gelir de, buralarda gerçekten heyecanlanırım.
Bugün siz kıymetli topluma Türk Dünyasını anlatmaya çalışacağım. Ancak, Türk
Dünyasını anlatırken elbette kendi ihtisasım çevresinde, daha çok “iktisadi”
yönüyle meseleyi ele almak istiyorum.
Çünkü ben bir iktisatçıyım.
“Türk Dünyası” biliyorsunuz son on beş yılın en çok
kullanılan terimidir. Fakat bu terim, “coğrafi” bir mana ifade eder.
“Sosyal”-“kültürel” bir mana ifade eder. Ve daha çok ütopik, hayali bir mana
ifade eder. Ama bir gerçek manası vardır ki, bizim asıl üzerinde durmamız gereken
nokta odur. Arkadaşlar dünya kurulduğundan beri dünyada savaşlar devam eder.
Savaşların tabi, asıl sebebi Allah’ın dünyaya kıymetli maddeleri, zamana göre
değişen kıymetli maddeleri, eşit dağıtmamış olmasıdır. Dünya üretimle refaha
kavuşur ve huzura kavuşur. Üretim için zamana göre, insanoğlunun geliştirdiği
teknolojik seviyeye göre bazı maddeler vardır ki “olamazsa olmaz”. Yani o
maddeleri, elde edemeyen ülkeler üretim yapamaz. Veya o maddeleri diğer
ülkelere göre pahalı elde eden ülkeler, rekabet yapamaz. Dolayısıyla, bu
maddeler dünyadaki huzurun ve refahın başlıca göstergesini teşkil eder.
“Makineli dönem” dediğimiz 17. asra kadar dünyanın
kritik maddesi daha çok “baharattır”. “Baharat” tabii tuz biber manasına değil,
“tabii kimyevi madde” manasına baharattır. O güne kadar insanoğlu bildiği
ihtiyaç maddesi olarak, ulaştığı teknolojik seviye itibarıyla üretebildiği ne
gibi mamuller, mallar varsa, onların herhangi birisini değil, hepsini yapmak
için, kayıtsız şartsız bu “baharat” dediğimiz maddelere muhtaçtır. Mesela
ayakkabı yapıyorsunuz. Deri lazım. Kösele lazım. Derinin işlenmesi için
“baharat” lazım. Köselenin işlenmesi için “baharat” lazım. Boyanması için
“baharat” lazım. Yumuşatılması için “baharat” lazım. İnceltilmesi için.
Düşünebildiğiniz masa yapıyorsunuz. Korunması için “baharat” lazım.
Yapıştırılması için “baharat” lazım. Yani tabii kimyevi madde dediğimiz
maddelere kayıtsız şartsız ulaşmak lazım.
İşte bu makinesiz dünyada, bu maddeleri hangi devlet kontrol ediyorsa,
hiç şüphe yoktur ki o devlet dünyaya hâkim olacaktır. Bu maddeler o dönemde
daha çok Hindistan ve Güneydoğu Asya’da bulunmaktadır. Afrika’nın, Sahra’nın
güneyi fazla bilinmemekte, kullanılmamaktadır. Amerika biliyorsunuz ancak
15.asırda Avrupa ya çıkar. Ve 16. Asra kadar pek işe yaramaz bu manada. O halde
Hindistan’dan ve Güney Doğu Asya’dan gelecek olan baharatı hangi ülke kontrol
edecekse o ülke zengin olacaktır. O ülke bol üretim yapacaktır. Ve o ülke
dünyaya hâkim olacaktır. Bu bir kanundur.
Daha sonra biliyorsunuz, makineli döneme
geçildikten sonra, “kritik madde” değişiyor. Baharat yerine “enerji maddeleri”
geçiyor. “Petrol, gaz” gibi. Bu güne
kadar devam eden bu kritik madde türüne dünyadaki hâkimiyet sahasını ve dünyaya
hâkim olacak devletleri tayin ediyor. Kim bugün petrolü gazı kontrol
edebiliyorsa veya ona sahipse sahip olmak yeterli değil, kontrol daha önemli
bir kelime. Sahip olup kontrol edemeyen pek çok ülke var çünkü. Aslında dünya
bugün bu durumda. Kim kontrol edebiliyorsa bu kirik maddeyi, maddeleri o
dünyaya hâkim olacaktır. Ve olmuştur, olmaktadır. Şimdi bu iki yönden
baktığımız zaman, Türk Dünyasının
manasını, iktisadi manasını, çok iyi anlayabiliriz.
Bir zamanlar “kritik maddeyi” yeryüzünde Türkler
kontrol ediyordu. Hindistan’dan veya
Güneydoğu Asya’dan kalkan baharat, ipek, ipek çok önemli bir şey değil, hep
“İpek yolundan” bahsederler. Aslında İpek yolunun hiçbir önemi yoktur, asıl adı
onun baharat yoludur. İpek çünkü lüks bir madde. “Kürk yolu” onunda aslında bir
önemi yok. Kürk yolundan da baharat geçer. Hepsinden asıl nakledilen
baharattır. Biz bu baharat yolunu elde edebilmek için, Selçuklular zamanından
itibaren dünyada, akıl almaz derecede ileri, akılcı ve makul bir politika
uygulamışızdır. Atalarımız bu kervanların geçtiği yolları evvela orduyla kontrol
altına almışlardır. İktisadi... Bilek gücüyle… Kılıç gücüyle… Tabi bu yeterli
değil. Ayrıca bu yollar üstünde her 25 km. de bir “kervansaraylar”
yapmışlardır. Kervansaraylarda bu maddeleri getiren kervanlar yerler, içerler,
yatarlar, kalkarlar, dinlenirler ve mallarını serbest piyasa şartlarına göre
pazarlarlar. Orada “narh” yok. Alıcılar, satıcılar karşı karşıya gelir. Ve
ustalar, o denemin ustaları ayakkabıcı ustası kendine lazım olanı, terzisi
kendine lazım olanı, dericisi kendine lazım olanı, marangozu kendine lazım
olanını satın alır. Ve dinlendikten sonra, yemesi, içmesi, yatması kalkması her şeyi parasızdır. Ya merkezi otorite, devlet bunun masraflarını
öder. Veya vakıflar bu masrafları karşılar.
Ama buradaki dikkat edilmesi gereken husus şudur.
Kervansaraylarda yeme, içme, yatma dediğimiz hadise arkadaşlar, yalnız
padişahın oturduğu yere “saray” dediğimize göre, kervanların oturduğu yer iki
saraydan biridir. Ama padişahın sarayı ile kervansarayı mukayese ederseniz,
kervansaray daha emniyetlidir, daha konforludur, daha lükstür ve orada yenilip
içilen şeyler padişahın sarayında da çok zor yenir. Mesela Selçuklu
kervansaraylarından elimize geçen belgelere göre harcıâlem yiyeceklerden birisi
“külbastıdır”. Çok sık geçer yemek menüsünde. Ve kervansaraylarda,
kervansarayın bulunduğu mahalle göre mütehassıs doktor bulunur. Trohom bölgesi
ise göz doktoru bulunur. Şarbon bölgesi cilt doktoru bulunur. Gerçek manasıyla,
bugünkü manasıyla mütehassıs doktor bulunur. Ve yeme, içme, yatma, kalkmanın
parasız oluşu ötesinde, asıl önemli olan, devlet bunlara mal ve can sigortası
yapmıştır. Gayri şahsi olarak. İsimler kaydedilmeksizin. Her hangi bir kervan,
her hangi bir şekilde zarara uğrarsa, o zararı devletçe tazmin edilir.
Yani yeryüzünde “ilk sigortayı da böylece atalarımız
bu yolları işletme maksadıyla dünyanın en akıllı insanları olarak belki, icat
etmişler ve tatbik etmişlerdir.
Böylece, bütün kervanlar Türkiye üzerinden geçmeyi
akılcı bulmuşlardır. Ekonomik bulmuşlardır. Ve emniyetli bulmuşlardır. Ve Türk
ustaları da alabildiğine hammaddeye, kritik maddeye sahip olmuşlardır. Ve bu
sahip oluş, kesiksiz hale getirilmiştir. Ancak zaman zaman bu yolun doğumuzda
bulanan Türk Devletleri tarafından kesildiğini biliyoruz. Bu kesilmenin manası,
bugün Türkiye’ye gelen petrolün kesilmesiyle eş değerdir. O gün eğer Baharat
Yolu mesela İran’daki devlet, Türk devleti tarafından kesilirse, Türkiye allak
bullak olur. Selçuklu devleti allak bullak olur. Yüz binlerle usta ve onların
yanlarındaki kalfalar, çıraklar işsiz kalır. Üretim durur. Açlık, yokluk,
sefalet ve daha önemlisi, huzursuzluk
başlar. Eşkıyalık başlar.
Onun için, Fatih Sultan Mehmet Han çok iyi bilir ki
Uzun Hasan kendisinden daha Türk tür. Çünkü divanı Türkçedir onun. Kardeşi
olduğunu bilir. Ama yolu kestiği anda gidip onun kafasını keser. Kesmeye
mecburdur. Babası olsaydı aynı şeyi yapardı.
Aynı şey Yavuz döneminde, Kanuni döneminde ve IV.
Murat döneminde hemen 17. asra kadar bütün Padişahlarımız döneminde Doğu Türk
Devleti ile Batı Türk devleti arasında rekabet sebebiyle başımıza gelmiştir. Ve
bu yüzden tarihimizde bu kardeş savaşlarına sahne olmuştur. Bu savaşlar, bizim
tarihlerin yazdığı gibi, asla ve kesin olarak mezhep savaşı değildir.
Bir kere Türkler hiçbir zaman, tarihlerinin hiçbir
döneminde din savaşı yapmamıştır.
Batıya giderken de İslamiyet’i götürmek için
gitmemiştir. Batıyı gittikçe tampon bölge kullanmak ve onlardan haraç alarak
devletin gelirlerini artırmak için gitmişlerdir. Ama gittiği yerlerde
İslamiyet’i kabul edenlere hiç dokunmamış, onlara her türlü imtiyazı vermiştir.
Vergileri muaf tutmuş, pek çok imtiyazlar tabii ki vermiştir. Yoksa cebri
olarak, İslam yapmak üzere savaş
yaptığımız vaki değildir. Onun için mezhep savaşı hiçbir şekilde yapılmamıştır.
Yavuz Sultan Selim Han yüz binlerce Türkü
kesmiştir. Doğrudur.
Ama bu mezhebinden dolayı değil. Bu İran’daki Türk
Devletinin ajanlığını yaptıkları için. Ve İran’da, kesilen yolun uzun süre
kapalı kalmasına yardımcı oldukları içindir. Yoksa asla mezheplerinden dolayı
değil. O yolu açmak zorundaydı Türk Devleti. Açmak zorundadır. Açmaya
mecburdur. Ve daima da açmıştır. Daima açık tutmayı başarmıştır.
Bu yol eğer baharat eğer Kuzeyden kaçmaya başlarsa,
Türklere görünmeden, yani Selçuklu Devletine veya Osmanlı Devletine görünmeden.
O takdirde gene devletin büyük kaybı olacaktır. Ya ustaların elde ettiği
baharat imkânı azalacaktır. Üretim azalacaktır veya pahalanacaktır.
Onun için biliyorsunuz Fatih Sultan Mehmet Han
gitmiş Kırım’a Türk Bayrağını dikmiştir. Ve Girayı da, Giray Sülalesini Han ilan
etmiştir. Ve orada verdiği görev şudur. “Geçen kervanların emniyetini
sağlayacaksın. Sigortalarını temin edeceksin. Ve mallarını serbestçe
pazarlamalarını temin edeceksin. Artan malı da yüzde dokuz nispetinde
vergilendirdikten sonra Batıya doğru gitmelerine, hem de emniyetle gitmelerine
hudutlarımızdan çıkıncaya kadar emniyetle gitmelerine yardımcı olacaksın”.
Aynı şey, aynı kaçış Güneyden İskenderiye
üzerinden, Arap yarımadasını deniz yoluyla atlayarak İskenderiye üzerinden
Akdeniz yoluyla başlayınca Yavuz Sultan Selim Han biliyorsunuz çölleri aşarak
gider orada da bir Türk Devleti vardır. Onu ortadan kaldırır ve yerine bir vali
tayin eder. Valiye de verdiği vazife, Giray Hanına verdiği vazifedir.
Kervanların emniyetle geçişini sağlayacaksın. Mallarını pazarlayacaklar. Ve
artan mallarını pazarlamaları, yani ihraç etmeleri için yüzde dokuz vergi
alacaksın.
Bu şekilde vardığımız sonuç şudur. Bir kere Türk
ustaları dünyanın en bol kritik maddesine sahip olan imtiyazlı ustalardır.
Özellikle Batıdaki ustalara göre dünyada en kesiksiz ham maddeye sahip olan
ustalardır. Dünyada en ucuz ham maddeye sahip olan ustalardır. Ve ayrıca Türk
Devleti de bu yüzde dokuz nispetindeki baharat ihracından elde ettiği vergi
geliri olarak, hazinesinin dörtte birini sağlar.
Bu ne demektir?
O günkü Osmanlı hazinesinin dörtte birinin baharatın ihracından elde
edilen gelirden oluşması şu manaya gelir. Bugünkü Amerikan hazine gelirlerinin
dörtte birine eşittir bu. Satın alma gücü itibarı ile eşittir. Neden? Çünkü o
gün Akdeniz’de biz vardık. Bugün Amerika
var. O gün Karadeniz’de biz vardık bugün Amerika, Rusya var. O gün Hazar’da
bizim donanmamız vardı. Bugün Amerika oraya da ulaştı.
O gün Tuna Nehrinde bizim ince donanmamız yüzerdi.
Tuna’nın Karadeniz’deki ağzından girer ta Regensburgta Fransa’nın içlerine
kadar gider gelirdi geriye. Ve hiçbir devlet tüyüne dokunmaya cesaret edemezdi.
Bugün Almanya’nın göbeğinde Amerikan Ordusu vardır.
Japonya’nın göbeğinde Amerikan Ordusu vardır. Okyanusta bizim gemilerimiz
yüzerdi. Ve Türk Devleti dünyayı ikiye bölmüştür. Türkler ve diğerleri diye. Bu
baharatın kontrolünden elde ettiğimiz yüzde dokuzluk ihraç geliri bir. İkincisi
Türk ustaları en bol baharat elde ettiği için, ucuza mal yapıyor. Avrupa’ya
nispetle en az yüzde dokuza daha ucuza mal yapıyor. Dolayısıyla yalnız baharat
ihracı değil, mamul ihracı bakımından da dünyanın en büyük ihracatçısı, Türk
Devletidir. Ne ihraç eder? Her mamulü ihraç eder. Düşünebildiğiniz her mamulü
ihraç eder. Dünyada en bol mamul üretimi Türkler tarafından başarılmıştır. Bu
ihracattan da elde ettiğimiz gelir, hazine gelirlerinin diğer yüzde yirmi
beşidir. Bir yüzde yirmi beş de demin söylediğim gittikçe Batıya doğru giden
Türk Ordularının işgal ettiği ve hâkimiyetimize aldığı kontrolümüze aldığımız
devletlerden aldığımız vergiler ve haraçlardır. Böylece yüzde yetmiş beşini
Türkiye sağlar. Geriye kalan yüzde yirmi beşi halka dağıtıldığı zaman, dünyanın
en düşük vergisi ile çalışan ve fakat en güçlü devleti ortaya çıkar. Orduları
bakımından eşsiz, en güçlü, iktisadi olarak en güçlü, refah seviyesi de en
yüksek millet.
O kadar refah seviyesi yüksektir ki, dünyada ne kadar insan varsa Türkiye’yi
tanıyan Türkiye de yaşamak ister. Ve padişaha devamlı olarak dilekçeler
gönderirler. “Cemaat olarak bizi alın” diye. Bizim hepsine kucak açtığımız da
doğrudur. Yer yer yerleştirdiğimiz Yahudilerden tutun, Venediklere,
Çeçenlerden, Çerkezlere. Kim ki, dünyada zulüm görmüş hepsine kucağımızı açmış
ve hepsini yerleştirmişizdir. Kendi malımızı, mülkümüzü vermişizdir. Hepsini refaha
ve huzura kavuşturmuşuzdur.
Kendi halkımızın refah seviyesi o kadar yüksektir
ki, kazançlar istilakin çok üstündedir,
tüketimin çok üstündedir. Üretimin çok üstündedir. Bu kısımda vakıflara gider.
Dünyadaki sosyal Siyasetçiler Osmanlı Devletini ve Selçuklu Devletini “Vakıf
cenneti” olarak tarif ederler. Yani Vakıf Cenneti. İhtiyarlar düşünün. Hiç
kimsenin hiç birisinin problemi olmaz. Mutlak Şekilde Vakıflar tarafından
kontrol altında tutulur. Yedirilir içirilir yatırılır. Her türlü imkânları
sağlanır. Sokakta yetim çocuk yoktur. Mümkün değildir. Hastasına bakılır. Sakatına bakılır. Ve çeşmeler vakıftır.
Köprüler vakıftır. Hastaneler vakıftır. Medreseler vakıftır. Bütün eğitim
kurumları vakıftır. Ve tüm bu vakıf kurumları sosyal refahı zirveye çıkarmıştır.
Artık halk hangi gayeye parasını yatıracağını düşünmek durumundadır. Ve yol bulamaz. Yer bulamaz. Gaye bulamaz.
O dönemde mesela uçamayan göçmen kuşların bakımı
için vakıf kurulmuştur.
Nesli tükenen hayvanların neslinin idamesi için
vakıflarımız vardır.
Tabak kıran hizmetçi kızların kırdıkları tabakların
bedelini ödemek için vakıf kurulmuştur.
Kimsesiz kızların evlendirilmesi, çeyizlendirilmesi
için vakıf kurulmuştur.
Düşünebildiğiniz kadar çeşitli sosyal ve kültürel
gayeli vakıflar tüm Türkiye’yi bir cennet haline getirmiştir. Burada, tabi,
asıl önemli olan bu bolluğun sağlanmış olması yeterli midir? Bu sorunun cevabı
şudur. Cevabını vermek gerekir. Çünkü arkadaşlar, bol mal üretmek yeterli
değildir. Gereklidir ama yeterli değildir. Bol mal, fakat kaliteli mal üretmek
gerekir. Yani maddi bolluk yeterli değildir. Mana zenginliği, mana gücü de
gereklidir. Buna “kalite” diyoruz.
Şimdi yetmiş milyonluk Türkiye’de herkesin ayakkabı
giydiği bir gerçek. Modayı kaldırın ortadan. Eğer ustalar bir sene dayanan
ayakkabı yapıyorlarsa yetmiş milyon çift, bizi bir sene ayağımızı çıplak
olmaktan kurtarır. Ama altı ay dayanan ayakkabı yapıyorlarsa, 140 milyon gerekir. Üç ay dayanan ayakkabı
yapıyorlarsa 210 milyon ayakkabı gerekir. Bir ay dayanan yapıyorlarsa 840
milyon çift ayakkabı üretmek gerekir. Ki
aynı ihtiyacı karşılayalım. Yani Türkiye’de hiçbir insanın ayağı çıplak
kalmasın. İşte burada kalitenin önemi ortaya çıkar. O halde Türk ustalarının kaliteyi de sağlamış
olması gerekir. Bol üretimi sağlamak yetmez. Gereklidir ama yetmez. Kaliteyi de
sağlamak için, demin söylediğim gibi, maddi bolluğu sağlamak için dünyanın en
akılcı tedbirlerini alan Türk devleti, devletleri yahut kaliteyi de sağlamak
için yine dünyanın en akılcı tedbirlerini almışlardır. Bu bize bir şeyi ifade
ediyor.
Türk devlet idareleri daima akla dayanmıştır. Daima
prensiplere dayanmıştır.
Ne yapmışlardır kaliteyi temin etmek için? Kaliteyi
temin etmek için daha Orta Asya’dayken, Türkistan’dayken veya Altaylardayken,
ustaları “Akı Teşkilatı” adlı bir teşkilatın içine almışlardır. “Akı” “ak”lıktan, temizlikten gelir. Sevgiden, kardeşlikten saygıdan gelen bir
kelimedir. Onu Arap Alfabesiyle yazdığımız zaman Ahi diye okumuşlardır. Şimdi
“Ahi” diye geçiyor. Kelimenin aslı Türkçedir.
Ve buluş Türklere aittir.
Akı Teşkilatı usta, kalfa ve çıraklara üç prensibi
kayıtsız şartsız benimsetir.
El sağlamlığı, bel sağlamlığı, dil sağlamlığı.
El sağlamlığı demek, hırsızlık nedir bilmemek
demektir. Yapılan mala hile karıştırmamak demektir. Doğru olmak demektir.
Dürüst olmak demektir.
Bel sağlamlığı demek kimsenin ırzına namusuna göz
dikmemek namuslu şerefli haysiyetli olmak demektir.
Dil sağlamlığı demek, sözün senet yerine geçmesi
“söz bir Allah birdir, imzaya gerek yoktur” demektir.
İşte bu üç prensibi “Akı teşkilatları” kayıtsız
şartsız uyulması gereken prensipler olarak benimserler. Ne zamandan itibaren?
Çıraklıktan itibaren. Önce “yamak” olarak girer. Yamaklık süresi içinde çırak
olup olmayacağına o sanat dalında çırak olup olmayacağına karar verilir. Çırak
olursa eğer eline sağlam, beline sağlam, diline sağlam olacak şekilde ustası
tarafından eğitime tabi tutulur. Bu aynı zamanda iş başında eğitimdir. İş
başında eğitim hem mesleki eğitimdir, hem ahlaki eğitimdir. Ve çocuk orada
ailesinden çok ustasıyla karşı karşıya kaldığı için yemeği de öğrenir, içmeği
de öğrenir. Oturmayı da öğrenir. Abdest almayı da öğrenir. Namaz kılmayı da
öğrenir. Her şeyi öğrenir. Ve çıraklık beratını aldığı zaman ezan okumasını da
en az bilir. Bu İslamiyet tarafı. Kalfalık
imtihanını başardığı zaman, bu insan “Kuran’ı” hıfzetmiş olur. Herhangi bir
camide bir hafızın yapması gereken bütün işleri yapabilir. Ustalık imtihanını
başardığı zaman da arkasında namaz kılınan adam haline gelmiş olur. Ve
çıraklıktan itibaren eline de, beline de, diline de sağlam insan olduğu
kayıtsız şartsız halk tarafından kabul edilir.
O zaman atalarımız şunu yapmış. Bu hayati
prensipleri dinle birleştirmiş, dini
motifleri güçlendirmiş. Ezan okuma vakti geldiği zaman, bütün çıraklar
dükkânlarından camilerin minarelerine doğru koşuşur. Hangi çırak, hangi
minarenin, hangi şerefesine önce tırmanabilmişse, o gün ezanı okumak onun
görevi, onun hakkı olur. Ve nasıl okur
ezanı? Tabii içten okur. Para karşılığı
değil o. Gönülden okur. Bütün samimiyetiyle,
bütün gücüyle ve bütün ahengini öğrenmiş olarak okur. Kalfalar camilerde
imama refakat eder. Ve imamdan sonraki bütün işleri yaparlar. Ustalar da, hangi
usta mihraba yakın oturmuşsa namazı o gün o kıldırır.
Hiçbir zaman camilerimizin belirli bir imamı
yoktur. Olamaz. Çünkü İslamiyet’te ruhban yoktur. Din sınıfı yoktur. İmam
halktan birisidir. Ve ustalarımızdan herhangi birisidir. Bizim camilerimizde
dikkat ederseniz imamın namaz kıldırdığı yerle halkın namaz kıldığı yer
arasında bir santimlik yükseklik farkı olamaz. Neden olamaz? Sınıf yoktur
çünkü. İmam da aynıdır. Arkasında namaz kılan profesör de aynıdır. Hâlbuki
kiliseye gittiğiniz zaman, papaz şu anda benim oturduğum gibi yüksek bir yerden
ibadeti idare eder. Bizim imamımız ise aynı seviyeden idare eder. Onlarda
ruhban vardır, bizde yoktur.
Peki, hiç mi sınıf yok? Var. İlmiye sınıfı var.
Yani camideki kürsüden halka hitap eden insanların
teşkil ettiği bir sınıf var. İlmiye sınıfı. İşte bugün kaybettiğimiz sınıf
odur. Yani camide kaybettiğimiz sınıf.
Bugün kürsüye imam çıkıyor. İmam kürsüye çıkamaz.
İmam halktan biridir. Kürsüye profesör çıkar. Doçent çıkar. Doktor, asistan
çıkar. Öğretmen çıkar. Yani ilmiye sınıfından bir insan çıkar.
Ne yapar kürsüde? Kürsüde halka kendi ihtisas
sahası içinde bilgi verir. Halka matematik lazımdır. Halka fizik lazımdır.
Halka kimya lazımdır. Halka edebiyat lazımdır. Halka ahlak bilgileri lazımdır.
Halka din bilgileri lazımdır. Halka lazım olan her şey kürsüden öğretilir. Ama
kim öğretir? Gelişigüzel insan değil, diplomalı insan. Bir ilmiye sınıfı içinde
asgari mevkiden başlayarak herhangi bir mevkii işgal etmiş insan öğretir. Bir
diğer yükseklik vardır camide bilirsiniz. Minber. Minbere kim çıkar? Arkadaşlar
minbere çıkana hatip denir. Oradan devletin emirleri halka tebliğ edilir.
Bugünkü gibi resmi gazete yoktur. Radyo yoktur. Televizyon yoktur. Ne yapacak?
Çıkan kanunları, fermanları halka nasıl
duyuracaksınız? Camilerden hutbe
yoluyla. Hatip bu fermanı, bu bilgiyi devletin bu tebliğini, devletin bu
emrini, devletin herhangi bir
kararını, bu savaş kararı da olabilir.
Barış kararı da olabilir. Her ney ise onu en yüksek yerden, yani ilmiye
sınıfından da yüksek yerden halka duyurur. Neden orası en yüksektir? Çünkü “devlet” en yüksektir. Devletin
olmadığı yerde halk olmaz. Din de olmaz. Ahlak da olmaz. İlim de olmaz. İrfan
da olmaz. Kölelik olur. Onun için devlete en yüksek yer verilir. Onun dışındaki
yükseklikler fonksiyoneldir. Yani ses
duyurmadır. “Minare” sesi duyurmak için yüksektir. Veya yukarıda bir
bölüm, kadınların namaz kılması için
ayrılmış bir yerdir. Fonksiyonel yükseklikler bunlardır. Ama sınıf manasına
gelen yükseklikler dediğim gibi kürsüyle, minberdir. Biri devleti temsil eder,
biri ilmiyeyi. Şimdi bu ahlak kaideleri
içinde çalışan ustalar nasıl mal yapar?
Bir kere düşünün.
Bu ustaları biz bu şekilde arkasında namaz kılınan adam durumuna
getirmekle sapmaz şaşmaz hale getirmiş oluyoruz, otomatik olarak. Niye? O adam eline, beline sağlam
değilse eğer, bunun duyulduğu gün kimse onun arkasında namaz kılmaz. Kimse onun
yüzüne bakmaz. Zaten o da cesaret edip mihraba doğru yönelemez. Hatta cemaatin
içine giremez. O derece saygı gören bir insandır ki bu, herkes bilir ki bu hile
yapmaz. Bu yalan söylemez. Bunun sözü senettir. Ve bunun aksi sabit olursa, biter! Ustaları da herkes tanır. Neden tanır?
Ayakkabıcılar bir sokaktadır. Bilmem işte elbiseciler bir sokaktadır. Ne ise
yani her sanat dalı bir sokaktadır. Halk oradan her birini kontrol ederek
geçer. Bu dini kontrol dediğimiz kontrol asıl bugün bir manasıyla “vicdani
kontrolü” ifade eder. Yani ben eğer arkamda namaz kılınan insansam, benim hile
yapmam mümkün değil. Hile yaparsam halkın yüzüne bakamam. Buna işte vicdani
kontrol deniyor.
Bu kontrol, Türk ustalarını dünyanın en kaliteli,
en sağlam mallarını yapmaya sebep olmuştur.
Ama hiçbir zaman bizim siyasetçilerimiz, bizim
devlet yöneticilerimiz bu kontrolle yetinmemişlerdir. Bunun yanına otokontrol
bugünkü karşılığıyla bugün de geçerli otokontrol sistemi dediğimiz kontrol
sistemini kurmuşlardır.
Otokontrol ayakkabıcı ustaları içinden yaşı başı
dolmuş dünya nimetleriyle işi kalmamış saçı sakalı ağarmış, bir pir, pirlerden
müteşekkil heyet kurulur. Ayakkabıcı pirleri veya terzi pirleri gibi.
Ayakkabıcı pirlerinden müteşekkil olan bu heyet ayakkabıcıları kontrol eder.
Halkın şikâyetlerini dinler. Ustaların kendi aralarındaki ihtilafları dinler ve
onları halleder. Bu hal tarzı nasıldır?
Kendi içindedir. Kendi içinde olduğu için otokontrol diyoruz. Kendi
kendine kontrol diyoruz. Eğer bu usta bu pirler yapılan bir ayakkabıyı
ayakkabıcının hatası olarak tespit etmişlerse yani ayakkabıya ustanın hile
karıştırdığını tespit etmişlerse O ustanın “pabucu damına atılır”. Ve dükkân
kapanır.
Dükkân kapanırsa ne olur? Arkadaşlar o ustaya iki
yol kalır. Bir intihar… Yaşamak için sebebi kalmaz. Kimsenin yüzüne bakamaz.
Kimse de onun yüzüne bakamaz. Herkesin sevdiği saydığı eline sağlam bildiği
asla hırsızlık yapmayacağını düşündüğü insan hırsızlık yapmış demektir. Kim
tespit ediyor bunu? Gene kendi içinden, saçı sakalı ağarmış dünya nimetleriyle
ilgisi kalmamış, şaşması mümkün olmayan ihtiyar heyeti, pirler. Onun sözlerine artık kesin olarak
inanılır. O zaman o ustanın intihar etmesi lazım. Ama intihar dinen yasaktır. O
halde ikinci yol “terk-i diyar”. Yapacağı şey budur.
Bizim tarihimizde şaşmış ustalarımız elbet vardır.
Ama arkadaşlar bu şaşmış ustalarımız her nasılsa bir defa şaşmışlardır. İnsan
bu. Değil mi hatasız kul olmaz. Şaşar. Şaşabilir. Ama şaşmışsa mutlaka terk-i
diyar etmiştir. Fakat yeni gittiği, yeni yerleştiği yerde öylesine pişman
olmuştur ki ve öylesine kendisini halka adamıştır ki, devlete adamıştır
ki, dine adamıştır ki, orada öldüğü
zaman, halk onu katiyen normal mezara gömmemiştir. Ona türbe yapmıştır. Bugün
Anadolu’da nereye gidersiniz gidin, eğer “Ayakkabıcı baba” varsa, “Değirmenci
Baba” varsa, “Yazmacı baba” varsa. Ne bilim ne ise yani bu “Baba” adıyla analın
meslek adamının türbesi varsa, o
türbelerin hepsinin tarihi aynıdır. Buraya o başka yerden gelmiştir. Neden
gelmiştir? İlk çalıştığı yerde
şaşmıştır. İntihar edememiş, göçmüştür. Ama geldiği yerde, yeni yerleştiği yerde, ömrünü halka
vermiştir. Dine vermiştir. Devlete vermiştir. Onun için ne devlet onu
unutmuştur. Ne dindaşları onu unutmuştur. Ve onu türbeye koymuşlardır. O günden
bugüne onu ziyaret ederler. Onu örnek alırlar.
İşte bu şekildeki kontrole biz “otokontrol”
diyoruz. Böylesine kontrol mekanizmasının işlediği bir cemiyette, üretimin kalitesi nasıl olur? Elbette çok yüksek. Son derece yüksek.
Fakat düşünün ki bizim devletimiz, bununla da
yetinmemiştir. Üçüncü kontrolü devlet olarak kendisi yapmıştır. Devlet kendisi
kanunlar çıkarmıştır. Fermanlar çıkarmıştır. Mesela ekmeğin nasıl yapılacağını
tayin etmiştir. Bugünkü standartlar gibi. Ta bez zamandan beri çıkardığı
standartlara uymayan ekmek yapan ustayı devlet cezalandırır. Devlet nasıl
cezalandırır? Halk gibi değil. O ya
kırbaçla. Ya kürek cezasıyla, ya hapis cezasıyla. Onun cezası kendi kanunlarına
göre. Bu da tabi ustaların üstünde daime mevcut olan kontrol mekanizmasıdır.
Bunu da yeterli görmemiştir Türk Devletleri.
Dördüncü bir kontrolü mahalli idarelere,
belediyelere yaptırmıştır. Belediyeler ne yapar? Belediyeler subaşına
kendi kontrol vasıtasıyla ustalarını kontrol eder. Bir kere narh varsa, fiyat
tespit edilmişse asgari fiyat ya da azami fiyat. Bu bakımdan bunlar kontrol
eder. Bu kontrolde şaşan, fiyatlarda şaşan usta olursa malı alır satarken
azamiyi geçen veya asgarinin altında fiyatla satan- asgarinin altında satmakta
yasaktır- O da cezasını verir Onun da cezası dükkân kapatma, kırbaç cezası gibi
cezalardır. Etti dört kontrol. Her an mevcut bu dört kontrol.
Bu da yetmez. Öyle bir devlet ki beşinci kontrolü
halka yaptırıyor.
Nasıl yaptırıyor?
Diyor ki ustalara “herkes yaptığı işi pencerenin
önünde, mümkünse dükkânın dışında, halkın gözünün önünde yapacak”. Bütün
ayakkabıcılar, pencerenin önünde halkın
gözünün önünde çalışacak. Halk gelip geçerken bakacak. İpliği sık mı? Mumlu mu?
Mumsuz mu? Köselesi iyi mi? Kötü mü?
Halkın gözü daima ustanın üzerinde. Halkın kontrolü dediğimiz bir
kontrol. Ve halkın asıl kontrolü nerde?
Halkta şikâyet hakkı… Kime? Belediyeye şikâyet edebilir subaşına.
Devlete şikâyet edebilir yiğitbaşına. Veya pirlere şikâyet edebilir. Otokontrol
ustasının kendisine. Bu şikâyet hakkı da kontrol mekanizmasının içine dâhildir.
O zaman dünyada şaşmayan, şaşması mümkün olmayan
bir üretici ordusu teşekkül eder. Yani sanayicisi teşekkül eder. Yani işçisiyle
işvereniyle. O günkü sanayici tabi. Ve dünyanın en kaliteli malları da
Türkiye’de yapılmıştır. Demin ne dedim?
Dünyanın en bol üretimi Türkiye’de yapılmıştır. Ama yeterli değil.
Gerekli fakat yeterli değil. En kaliteli malları da Türkiye’de yapılmıştır. Ne
olur o zaman?
O zaman arkadaşlar dünyanın en güçlü devleti
Türkiye olur.
En güçlü ordusu Türk Ordusu olur.
En müreffeh halkı Türk halkı olur. Ve bunu Türkiye sağlamıştır.
“Kalite” deyince bunu mesela bir Avusturyalı
tarihçinin Türk kılıcını tarifi vardır.
Der ki: “Türk kılıcı, öyle bir kılıçtır ki, öyle bir çeliktir ki, bunu
ancak Türkler yapabilir bu çeliği.
Çeliğin kalitesi inceltilme derecesi ile ölçülür. O derece
inceltilebilir ki, düşman kellesine değdiği zaman, kelle kesilir, yere düşmez”.
Tabi,
askerin de iki gücü var. Bir,
maddi gücü… Çok iyi yetiştiriliyor. Her gün çamur yoğurtuluyor askere.
Parmakları kuvvetlensin, bileği kuvvetlensin diye. Kılıç talimi yapıyor. At
yarışı yapıyor. Ok yarışı yapıyor. Yani maddi olarak yetişiyor, beden gücü
itibariyle eğitim görüyor. Ama diğer taraftan iman gücü, mana gücü itibariyle
yetiştiriliyor. İmanlı bir asker. İmanlı
bir askerin elinde, o kılıç düşman kellesine değerse, kelle kesilir, yere düşmez. Yere düşmezse ne
olur? Kan donar. Ölü ayakta kalır. Avrupa’nın işte asırlar boyu sırrını
çözemediği husus budur. Ancak 17. asırda bir Avusturyalı tarihçi bu sırrı
çözmüştür. Derki: “Türk çeliğidir bunun
sebebi”. Ve Türk askerinin imanıdır.
Madde ile manayı birleştirmiş olmasıdır.
Demin nasıl bol üretimle madde, kaliteli üretimle
manayı birleştirmişse, askerde de aynı
var. Maddeyle mana. Bunlar tek başına hiçbir şey ifade etmezler. Türkiye’ye bugün 200 milyar dolar daha borç
verseler Türkiye’de madde bolluğu olur. Nitekim var şimdi. İsterseniz Amerikan
muzu yiyin, isterseniz bilmem ne yiyin. Hepsi var. Bolluk içinde. Madde bol.
Ama mana var mı? Hayır.
Ahlaken Türkiye en çöküntülü dönemini yaşıyor.
Çelik deyince
“İsveç çeliği” hatırlarsınız. Kumaş deyince “İngiliz yünlü kumaşı”
dersiniz, bilmem ne, her neyse. O gün
her şey Türk damgasıyla damgalanmıştır. Çünkü dünyanın en kaliteli malları Türkiye’de
üretilir. O zaman dünyanın en güçlü devleti Türkiye olacaktır.
Şimdi bu 16. asır sonuna kadar, hatta 1699'a
gelelim. 17. asır sonuna kadar kayıtsız
şartsız devam ettirdiğimiz bir meziyet, bir durum, bir tutum. Ondan sonra ne
oldu?
Arkadaşlar, biliyorsunuz Avrupalılar bizim
çocuklarımıza hep öğretirler. “Dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlamak için
gemiler denize açıldı” falan diye. Dünyanın yuvarlak olduğunu biz 11. asırda
yazılı olarak biliyorduk. Dünyanın çevresini, bugünkü ekvator dediğimiz çevreyi,
bugünkünden ancak 40 metre hatalı olarak ölçmüştük, hesaplamıştık. Ayla dünya
arasındaki en uzun mesafeyi belki on binde bir hatayla hesaplamıştık. Bunların
hepsi biliniyordu Türkler tarafından. Ve Avrupalılar da biliyorlardı. Tercüme ediyorlardı uyanış döneminde.
Türkiye’den tercüme ediyorlardı.
Onların maksatları dünyanın yuvarlak olduğu falan
değil. Türklerin baharat yolları dışından,
Türklere görünmeden vergi vermeden Hindistan’a gidebilir miyiz? Ve
Türklere görünmeden baharat elde edebilir miyiz? Aramızdaki maliyet farkını ortadan
kaldırabilir miyiz? Türkler gibi üretim
yapabilir miyiz? Bütün hesap buydu.
Ama ne oldu o gemiler? Amerika’ya çıktı. Orda
gördükleri insanları görür görmez çok sevindiler. Hintli zannettiler. “Hintli”
dediler. “Kızıl Hintli” dediler. Hindistan falan değildi orası. Bambaşka bir
kıtaydı. Ama onların verdikleri isim gösteriyor ki onların hedefleri
Hindistan’dı. Amerika, ya da dünyanın
yuvarlaklığı falan değil. Hindistan’dı.
Sonra Afrika’nın, çölün Büyük Sahra’nın güneyinde, batısında bir sahile
ayakbastı bu gemiler. Oraya da “Altın Sahili” dediler. Altın, kumların içinde
kürekle toplanıyordu.
Siyah derili insanı keşfettiler.
Avrupalının dünyada bugüne kadar yaptığı keşifler
içinde en büyüğü, daha doğrusu en kıymetlisi hangisidir, derseniz. Buna atom
bombası da dâhil. Hepsiyle mukayese ediyorum.
Siyah derili insanın yumuşak huylu oluşunu
keşfetmesidir.
Avrupa’nın en büyük keşfi budur.
Neden?
Çünkü o insanı keşfettikten sonra Afrika’da ona
altını ürettirmiştir. Ona gümüşü ürettirmiştir. Ona bakırı, pamuğu üretmiştir.
Neyle? Kırbaçla. Ve o insanı koyun seçer
gibi seçip, Amerika’ya taşımıştır. Amerika’da her şey var. Domates, patates,
tütün. O günkü dünyanın bilmediği koyunlar uçsuz bucaksız bir ülke. Domates,
patates, tütün her çeşit maden özellikle altın, gümüş var. Orada da kırbaçla
her şeyi hepsini bu siyah deriliye ürettirmiştir. Ürettirdiğini onun sırtında bu siyah
deriliyle sahillere taşıtmıştır. Orada
da gemiye onun sırtında yükletmiş, sonrada gemiye oturtmuş, zincirleyip sırtına
kırbacı da vura vura kendi ülkesine bu kıymetli maddeleri taşıtmıştır.
Artık Türkiye’den baharatın gelmesine Avrupalı için
gerek yoktur. Avrupalı baharatı bedavaya elde etmektedir. Çünkü siyah deriliyi
keşfetmiştir. Çünkü siyah derilinin ülkesini keşfetmiştir. Ve ondan sonra
Avrupalı devamlı olarak bir mirasa konmuş gibi devamlı zenginler zenginleştikçe
zenginler.
Biz bunları haber alınca önlemeye çalışır, Hint
Okyanusuna donanma göndeririz. Sudan’a Türk ordusu gider. İngilizleri oradan
dışarı çıkarır. Ta batıya kadar kovalar. Atlas Okyanusuna donanma çıkarırız.
Murat Bey taa Amerika’ya kadar gider. Hatta İsveç sahillerini bombalar.
Grönland’a Türk bayrağı diker. Bunların hepsi doğrudur ama arkadan gelen kaynak
yoktur. Yani artık baharatın önemi kalmamıştır. Avrupalı onu onda bir fiyatına,
yüzde bir fiyatına temin edebilmektedir. Ve bunun için de Türkiye’de üretim
gittikçe azalır. Ve Avrupalı maliyetinin yanında bizim maliyetler daha yüksek
olmaya başlar. Sonra bu zenginlik
Avrupa’da biliyorsunuz işte buhar gücü, makine,
pres vs. ile peş peşe yeni icatlara yol açar. Ve makineli üretim başlar.
Şimdi işte bizim meselemiz ortaya çıkıyor.
Yani “Türk Dünyası...”
Şimdiye kadar anlattığım “Türk Dünyası” bitti.
Ve üç asır yoktur. 17. asırla 20. asır arasında
yoktur.
Ama şimdi yeniden ortaya çıkıyor. Çünkü bugünkü kritik madde petrol, gaz gibi
enerji maddeleri. Diğer madenler de var ama esas bu ikisi. Şu anda dünyanın
bütün şartlarını, savaşlarını, barışlarını tayin eden önemli maddeler.
Bugün bu maddeler Türk coğrafyasında dünya
rezervlerinin aşağı yukarı yüzde altmışı nispetinde mevcut. Ve bunlar bizim
tarafımızdan kontrol edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Ne zamandan beri? 20. asrın başından beri.
20. asrın başında, yani Balkan Harbinden önce bunu
Avrupalılar tespit ettiler. Bu coğrafyanın haşmetli bir enerji maddesi deposu
olduğunu tespit ettiler. Ve onun için de
Türkiye’ye karşı özel politikalar ürettiler. Devamlı olarak Türkiye’yi bu maddelerden
uzak tutmaya ve kendilerinin de mümkün olduğu kadar o maddelere yaklaşması için
Türkiye’yle münasebetler kurmaya çalıştılar.
Sonuç şu;
20. asrın başından itibaren Türk coğrafyası önemli şekilde işgal edildi.
Zaten 19. asırda işgal edilmeye başlanmıştı. Ama
20. asrın başında işgal edilmeyen Türk toprağı kalmadı.
Ve arkadaşlar, Dünya bu kritik maddeleri paylaşma
savaşına girdi. İkiye ayrıldı. Bir tarafta komünist blok. Bir tarafa kapitalist
blok.
Ve ikisi I. Dünya Harbinden sonra anlaştılar. II.
Dünya Harbinden sonra bu anlaşmayı iyice pekiştirdiler. Ve Türk coğrafyası
Rusların eline kaldı.
1917 de Sovyetler ittifakına dâhil olan Türkiye
dışındaki Türklerin tamamı 30 milyondu.
1989 sayımında Sovyetlerden biz beş Cumhuriyet ve
diğer Türkler olarak 50 milyon civarında Türk teslim aldık. Yani Türkler 50
milyondu. Türkiye dışındaki Sovyet
topraklarına dâhil olan Türkler. Diğerleri hariç. Yani İran falan hariç.
Dünyanın 1917 ile 1990 arasında nüfusu altı misli
artı. Biz de altı misli arttık. Diyelim ki beş misli arttı. Beş misli artsaydı
Sovyetler ittifakındaki Türklerin 150 milyon olması gerekiyordu. 30 milyondan
150 milyona çıkması gerekiyordu. 50 milyon olduklarına göre sadece Sovyetler
ittifakında komünist sistem eliyle 100 milyon Türk kaybettik.
Nasıl kaybettik? 100 milyon Türk’ü Sovyetler
savaşlarda öne sürerek kaybettirdiler.
Türkiye’nin etrafında ne kadar Türk varsa tehcir
ettiler. Yani, etrafımızı boşalttılar.
Kırım Türklerini, Karaçayları, Balkarları,
Kumukları, Nogayları, Ahıskalıları bir tane Türk bırakmamacasına etrafımızdan
hepsini sürdüler. Bu sürgünde bunların yarısı kırıldı. Hayvan vagonlarında
giderken ve gelişigüzel serpilirken yarısı kırıldı.
Ve bir kısmı da asimilasyon dediğimiz “temessülle”
yani Ruslaştırılarak, Hıristiyanlaştırılarak yok edildi.
Bir kısmı ise Türklere uygulanan özel politikalarla
yok edildi.
Mesela 1938’e kadar Azerbaycan’da nüfus
cüzdanlarında milliyet karşılığında Türk yazıyordu. Dil karşılığında Türkçe yazılıyordu.
1938 de Stalin bir emirle milliyet karşılığında “Azerbaycanlı”, dil
karşılığında da “Azerbaycan’ca” yaptı. Ve buna itiraz eden 400 bin Azerbaycan
münevveri katledildi, sürüldü, hapsedildi, tımarhanelere konuldu.
400 bin civarında. Bu hadise yalnız Azerbaycan’da
değil nerede Türk kelimesi kullanıldıysa onlar halk düşmanı, Sovyet düşmanı,
ilan edildi ve bu şekilde yok edildi. Bu şekilde 100 binlerce insanımızı
kaybettik.
Sonuç toplam 100 milyon insan eksik aldık.
Komünizmden çektiğimiz budur.
Tabi bu 100 milyon insanı kaybı çok önemli ama bu
arada neler oldu? Bu yüz milyon insanı kaybederken asıl kaybettiğimiz başka
şeyler vardı.
Türkiye dışındaki Türk coğrafyasının
“iktisadi, kritik kaynaklarının” tamamı
Rusya’ya aktı. Tamamı… Bunun için özel
politikalar uyguladılar.
Bir kere Türklerin siyasi idareden, iktisadi
idareden, askeri idareden, uzak kalması için Lenin’in yazılı emriyle, özel
emriyle, Türkler sadece ve sadece kültür ve sanat dallarında eğitime tabi
tutuldular. Yani şarkıcı oldular, tiyatrocu oldular, dansöz oldular, ressam
oldular, romancı, şair, opera artisti, hikâyeci oldular. Oldular, oldular.
Yüz binlerce insan, milyonlarla insan sanat
dallarında çalıştı.
Siyasi idareye sokulmadılar.
İktisadi idareye katiyen yanaştırılmadılar. Rütbeli
asker asla yapılmadılar.
Ha hiç mi yapılmadılar? Hayır.
Eğer Ermenilerle ya da Ruslarla evlenmişlerse ve
beyinleri de Türklükten uzaklaşmışsa onlara çeşitli görevler verildi. Bir de
beyin gücü yüksek olan çocuklar küçük yaşta alındı. Moskova’da özel eğitime
tabi tutuldular. Onlar ilim adamı oldular.
Rusya’nın Amerika’yla yaptığı teknolojik yarışmanın
hemen hemen yüzde seksenini bizim beyinlerimiz başarmıştır.
Uçaklardan füzelere kadar, silahların her
çeşidinde, yeni maddelerde özellikle kompozit maddelerin üretilmesinde de hep
Türk beyinleri çalışmış, hep Türk beyinlerinin başarılarıyla Sovyetler
Amerika’yla yarışmıştır.
Uzaya da ilk giden bir Çuvaş Türküdür. Masa üstü
bilgisayarı icat eden Azerbaycanlı bir Türk âlimidir.
Sovyetler içinde çalışan Türk âlimlerinin her
birinin gerçekten çok büyük başarıları vardır.
Bunların dışındaki Türkler hep sanatçı oldu. Onun
için herkes çalıyor, söylüyor orada biliyorsunuz. Bakü’ye bir gittim ben.
Sadece maaşlı 7500 ressam vardı. Birinci sınıf.
Diğer şeyler ayrı. Hepsine bakarsanız Sadece Bakü’de 50 binden fazla
ressam vardı. Ne iş yapar bu kadar ressam? Türkiye’de sadece resimle geçinen
olsa olsa sadece 60 kişi, ya vardır ya yoktur. Dünyada da yoktur.
Arkadaşlar, Türkiye Türkleri ile Sovyet Türklerinin
münasebetlerinin devamlı kesilmesi için bu kültür faaliyetleri yapılırken ve
etrafımız boşaltılırken bir başka şey daha yapıldı. Onlar Latin alfabesi kullanıyordu. Türkler.
Biz Arap harfleri kullanıyorduk. Atatürk Latin alfabesine geçti. O zaman
Sovyetler Türkleri kanla, Kiril Alfabesine geçirtti. Ama nasıl Kiril alfabesi?
Kırgızistan’da bir sese tekabül eden harf Kazakistan’da başka sese tekabül
etti. Altay’da başka sese tekabül etti. Özbekistan’da başka sese… Kırk çeşit
Kiril çıkarıldı ortaya. Ve birbirlerini
okuyamadılar. Birbirlerini anlayamadılar. Yazışamadılar. Haberleşmeleri mümkün
olmadı. Bir şehirden bir şehre gidiş de vizeyle olduğu için birbirleriyle
temasları kesildi. Böylece Otuz çeşit
Türk yarattılar.
Özbek ayrı millet oldu.
Kazak ayrı millet oldu.
Azerbaycan ayrı millet oldu.
Hepsi ayrı millet haline getirildi. Hâlbuki Özbekler Özbek Hanın tebaasıdır.
Tıpkı Osman Gazinin tebaası gibi. Osman Gazinin tebaası Türklerdir. Özbek Hanın
tebaası da Türklerdir ama Özbek Hanının tebaasına Özbekler denildi. Kazak
Han’ın tebaasına Kazaklar denildi. Ve onlar ayrı millet gibi muamele gördüler.
Ve bunlar çok iyi teşvik edildi. Onlara ona göre
sınırlar yapıldı. İhtilaf daima çıkacak
şekilde sınırlar çizildi. Ve birbirleriyle anlaşamamaları için her türlü tedbir
alındı.
Ve Türk coğrafyası hammadde kaynağı ilan edildi. Ne
demek bu?
Özbekistan pamuk tarlası ilan edildi. Özbekistan’da
yalnız pamuk üretildi. 5 milyon ton…! Ancak Amerika’da üretiliyor bu kadar
pamuk. 5 milyon ton pamuk üretilen Özbekistan’da bir tane iplik fabrikası
yapılmadı. Bir dokuma atölyesi yoktur. Bir tane tekstil fabrikası yoktur. Özbekistan’ın vazifesi sadece ve sadece pamuk
üretmek ve pamuğu göndermekti. Nereye?
Urallar’ın batısına. Yani Rusların bol olduğu yerlere. Üretim, nihai
üretim orada yapıldı. Biz hammadde üreticisi olduk. Hangi fiyatlarla aldılar
bunları? Kazakistan bütün petrolünü
Rusya’ya akıttı. Rusya’ya akan petrole karşılık. Kazaklara Sovyetler ittifakı
252 bin ruble borçlandı. Bütün petrolün karşılığı olarak. Yüzde yedisini mamul
olarak geri aldı. Kullanacağı petrol olarak. Yüzde yedisine 872 milyon ruble
ödedi. Veya borçlandı.
Düşünün 252 milyon rubleye tamamını alıyor, yüzde
yetmiş ikisini 872 milyon rubleye satıyor. Bu nedir biliyor musunuz?
Bu dünyada görülmüş soygunun sömürünün en
dehşetidir. En korkuncudur.
İngilizler Hindistan’ı sömürmüştür. Bu doğrudur. Bu
soygundan dolayı Hindistan’ın iki yakasının bir araya gelmesi de mümkün
değildir. Ama Rusların Türkleri sömürmesi soyması İngilizlerinkinin yanında çok
daha fecidir. Şu söylediğim fiyatlara göre.
Aynı fiyatlarla Azerbaycan’ın bütün ham mallarını
almıştır. Ve buna rağmen Azerbaycan 70 yıl boyunca Rusya’dan yılda ortalama 1,5
milyar ruble veya dolar Sovyetler ittifakından 500 milyon dolar yılda ortalama
alacaklı olmuştur. Tabi Sovyetler diye bir şeyi kabul etmemek lazım. Hepsi
Rusya’dır. Azerbaycan 1990 da Rusya’dan 2 milyar dolar yıllık, yani 70 yılda
140 milyar dolar alacaklıydı. Hangi
fiyatlarla? Demin söylediğim Kazakistan’da tatbik edilen fiyatlarla.
Fiyatlar cari fiyatlar olsa ne olurdu? Dünya
fiyatları olsa ne olurdu?
Arkadaşlar şu olurdu;
Azerbaycan’daki her insanın fert başına geliri en
az İsviçre’deki insanların fert başına gelirine eşit olurdu. Ve Azerbaycan’daki
binaların üstündeki kiremitlerin tamamı yarım cm kalınlığında altından
yapılabilirdi.
Tekrar ediyorum Azerbaycan’daki bütün binaların
üstündeki kiremitlerin tamamı yarım cm kalınlığında altından olurdu. Yani Azerbaycan o derece sermaye
biriktirebilirdi. Öylesine müreffeh bir ülke olabilirdi. Eğer kaynakların dünya
fiyatlarıyla satabilseydi.
Bunlar da yeterli değil.
Rusların Türklere karşı uyguladığı politikalar
içinde arkadaşlar atom denemeleri var.
Yalnız Türklerin olduğu yerde atom denemesi yaptı.
Dünya zaten öyle yaptı. Çinliler de öyle yaptı. Amerikalılar da öyle yaptı. ABD
Nevada’da yani Tuva Türkleri ile aynı genleri taşıyan Kızılderililerin üstünde
atom denemeleri yaptı. Ruslar Kazakistan’da Semey bölgesinde sadece Kazak
Türklerinin yaşadığı bölgede atom denemeleri yaptı. Çinliler de Uygur Türklerinin yüzde yüz
olarak bulunduğu bir bölgede atom denemelerini yaptı.
Sonuç nedir biliyor musunuz?
Sonuç, Kazakistan’daki şu anda Semey bölgesinde
yaşayan Türk kadınlarının tamamı daha önümüzdeki elli yıl süreyle yüzde elli ihtimalle
sakat çocuk doğuracaklarını bilerek yaşamaktadırlar.
Aynı şey Uygur Türkleri için de geçerlidir.
Ve Nevada’daki o hanımlar için de geçerlidir.
Bu da yetmez.
Türklere uygulanan istihdam şartları o derece ağır ve alçakça olmuştur
ki, komünizm eşitlik demektir. Ama bırakın eşitliği insanlığı, “alçakça”
tabirini bilerek kullanıyorum. Ve tekrar tekrar söylüyorum; Özbekistan’da pamuk
tarlalarında çalışan Türk kadınları dünyada en fazla ölü çocuk doğuran kadınlar
unvanına sahiptir. Son beş yıla kadar dünyada en fazla ölü çocuk doğuran
kadınlar Özbekistan’daki analarımızdır. Neden? Çünkü pamuk tarlalarında yalnız
onlar çalıştırıldı. Ve dünyada eşi görülmemiş bir gaddarlıkla korkunç istihdam
şartları altında çalıştırıldı.
Komünizm eşitlik demektir. Ama Türk topraklarında
uygulanan asgari ücretliler, toplam ücretliler içinde en az yüzde 75 nispetinde
pay işgal ediyordu. Ama Beyaz Rusya’da bu pay yüzde 5’i bile bulmuyordu. Ne
ücrette eşitlik, ne de insanı muamelede eşitlik. Asla yapılmadı.
Ve sonuç: Daha söyleyeceğim çok şey var ama bunlar
sadece misal olarak yeterli.
Arkadaşlar…! Bütün bunları yapmasının nedeni neydi?
Sovyetler ve onu yöneten Ruslar Rus ırkçıları çok iyi biliyorlardı ki, aynı
Atatürk’ün dediği gibi “Bir gün Sovyetler dağılabilir. Türkler ellerinden
kaçabilir. Kaçarlarsa bir araya gelemesinler. Ve asla Türkiye’yle beraber
olmasınlar”(1) Onun için Türkiye’yle Azerbaycan arasında Azerbaycan’ın malı
olan Zangezur dediğimiz bölgeyi, Azerbaycan parlamentosunun kararıyla
Ermenistan’a verdirdi Stalin. Böylece Türkiye’yle Azerbaycan arasında kara
bağlantısını kesti. Aynı bağlantıyı Kuzeyde Samara bölgesini, yani Orenburg
bölgesini, Doğrudan Moskova’ya bağlamak suretiyle, Kazakistan Türkleri ile Ural
Türklerini, yani Çuvaş, Başkurt ve Tatar Türklerinin arasını da kesti. Aynı
kesintiyi Altay Türkleri ile Yakut Türkleri arasındaki o Baykal Gölü dediğimiz
ki doğum yerimiz sayılır orası bizim. O
bölgeyi de doğrudan Moskova’ya bağlamak suretiyle onlarında arasını kesti.
Yani Türkleri bölük bölük etmek için ne gerekirse
yaptı.
Ha bu karayolundan gidiş gelişin olmayışının
bugünkü önemi nedir? Çok büyüktür.
Arkadaşlar petrolü havadan getirmezsiniz. Pamuğu da
getiremezsiniz. Kömürü de getiremezsiniz. Demiri de getiremezsiniz. Emniyetli
bir karayolu şarttır. Osmanlı Devleti
güçlüydü. Kervansaraylarla bu işi yaptı. Güçlü ordusuyla kim yolu kestiyse
gitti kardeşi de olsa başını kesti. Ama Türkiye Cumhuriyeti bugün bunu
yapamıyor. Yapamadığı için dünya kritik kaynaklarının yüzde altmışına sahip
olan Türklerin zaten bir araya gelmelerini de mümkün kılmayacak tedbirler
alınmış, Türkiye’yle de karadan münasebetleri kesilmiş. Biz Bakü Ceyhan diye 16
yıldır çırpınıp duruyoruz.
Sonuç ne? Bakü Ceyhan açılacak, doğru. Gürcistan
üzerinden geçecek, yanlış.
Ermenistan üzerinden geçmeliydi. Zengezur’u
delmeliydi. Ve biz Zengezur’u geri almasak bile kontrol etmeliydik. Ve
Ermeniler üstünde kılıcımız asılı durmalıydı. Onu eğer keserlerse Türk ordusu
başını ezmeliydi. Tıpkı eskiden kardeşlerinin başını ezdiği gibi.
Ve daha önemlisi tabi, yol kısalmalıydı. Toprak bizim mal bizim. Burada bizim
Türkiye’nin hissesi Elçibey’in tayin ettiği gibi olmalıydı. Yani yüzde 35 (otuz
beş) olmalıydı. Yüzde otuz beşi de Azerbaycan’ın olmalıydı. Geriye kalan yüzde
30 da Amerika ve iki Batı devletinin olmalıydı. Ama ne yaptılar? Yüzde 1,75.
Sonra lütfedip yüzde 5 (beş) daha verdiler. Yüzde 6,75. Yani bu yol
Türkiye’nin istediği gayeye giden yol olmadı.
Ne istiyoruz?
Türk Dünyasının kritik kaynaklarının eskiden olduğu
gibi, Türkiye üzerinden geçerek ve
Türkiye’nin ihtiyacı karşılandıktan sonra, artan kısmının dünya fiyatlarıyla
dünyaya çıkmasını istiyoruz. Bu bize neyi getirir?
Dünyanın en güçlü devleti olma imkânını getirir
eskiden olduğu gibi.
Kritik maddelerin kontrol imkânını getirir eskiden
olduğu gibi.
Ve dünyanın en müreffeh milleti olma imkânını
getirir, eskiden olduğu gibi.
İşte bunu bildikleri için bir taraftan Amerika bunu
engelliyor. Bir taraftan Avrupa ABD’ye alabildiğine destek oluyor. Amerika da AB ye destek oluyor.
Ve ne yapıyorlar?
Sovyetlere akış devam ediyor. Rusya’ya akış devam ediyor.
Öbür taraftan ABD Azerbaycan petrollerinin kendi
şirketleri vasıtasıyla dünyaya çıkışını sağladı. Bize 6.75’lik hisseyi verdi.
Bu da bizim ekonomimize hiçbir zaman müspet tesir yapmayacaktır.
Diğer taraftan ne yaptı? Geldi Irak’a el koydu.
Irak’ta Amerikalılarla Araplar çarpışmıyor.
Kiminle çarpışıyor? Türklerle çarpışıyor. Türkiye’yle çarpışıyor.
Yani Amerika’yla Türkiye asanda devam ediyor.
Gizli görünmeyen bir savaş devam ediyor.
Neyin savaşı? Kritik madde savaşı.
Iraktaki kritik madde kimindir? Benimdir.
Kerkük Musul benimdir. Türk toprağıdır. Ve kritik
kaynaklar oradadır.
Atatürk orayı biliyorsunuz “misak-ı mili” hudutları
içinde ilan etmiştir. Ve onun için onlara “misak-ı milli” bayrağı vermiştir.
Yani “paralel çizgili gök bayrak”. Tıpkı Kıbrıs’a
verdiği gibi.
Ve Atatürk sekiz defa da çizme giymiştir Kerkük ve
Musul için.
Her defasında İngilizler sandıklar dolusu
altınlarla Doğu Anadolu’daki aşiret reislerini isyana sevk etmişlerdir.
Ve bu isyanı bugün de devam ettiriyorlar. Kim
besliyor? Gene Avrupa ve Amerika
besliyor. Bize karşı savaşan PKK’nın
kritik kaynakları, iktisadi kaynakları tamamen Avrupa’nın ve Amerika’nın eliyle
sağlanıyor.
Sonra ne yaptı? Gitti Afganistan’a yerleşti.
Afganistan’da 15 milyon insan Türkçe konuşur. 8 (Sekiz) milyonu kayıtsız
şartsız doğma Türk’tür.
Ve Afganistan’a diğerlerini de yanına alarak biz
dâhil, gitmekle ABD’nin yaptığı şey
nedir? Bin Ladini yakalamak mı? Bin Ladini Amerika isterse 100 milyon dolara
yılanın deliğinden çıkartıp Bush’un önüne getirtebilir. Eğer bütün mesele
ıraktaki Saddam idiyse Saddam’ı 50 milyon dolara canlı veya cansız Bush’un
önüne getirebilirlerdi.
Ama Irakta 100 milyarlarca dolar para harcıyor.
Ama değer mi? Değer. Bir trilyon dolar harcasa
değer.
Afganistan’a bir trilyon dolar harcasa değer mi?
Değer.
Çünkü Afganistan’a yerleşmekle Türk kaynaklarına
daha yakınlaşmış olmaktadır.
Türk kaynakları üzerindeki kontrolünü kökleştirmiş
olmaktadır. Kökleştirmek istemektedir.
Ve kökleştirecektir.
Sonra ne olacak? Sonra Rusya’ya akış duracak. O
zaman belki ABD ile Rusya arasında bir kapışma olacaktır. Veya Rusya’yla başka
türlü bir paylaşma yapılacaktır. Mesela “Kazakistan senin ama Azerbaycan,
Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan benim” diyecektir. Bir paylaşma yoluyla
anlaşacaktır.
Fakat neticede 200 yıldır bize karşı yürüttükleri
savaş 1990lar da bizim lehimize doğmuşken, bizim aleyhimize dönmüştür. AB ve
ABD Türk kaynaklarına el koyma imkânının arifesinde bulunmaktadırlar,
koyacaklardır. Hiç şüphe olmasın. Ve biz
bu kaynaklardan mahrum olarak borç içinde yüzen ve dolayısıyla emir alan bir
devlet olmaya devam edeceğiz.
Şimdi arkadaşlar görülüyor ki Türk Dünyası
dediğimiz husus bir ütopya değildir. Bir his meselesi değildir. Allah onlarla
bizi kardeş yarattığı için, onlarla birleşelim meselesi değildir.
Nedir? Akıl
meselesidir. Bu akıl Osmanlı devletinde vardı. Bu akıl Selçuklu devletinde
vardı. Bu akıl Mustafa Kemal Atatürk’te
de vardı. Biliyorsunuz Abdülhamit Han da vardı. Abdülhamit Han yüzlerce Türk
subayı göndermiştir Türkistan’a. Atatürk de göndermiştir. Oradan da buraya
getirmiştir. Subay yapmıştır, yetiştirmiştir. Ve Nahcivan üzerinde özellikle
durmuştur. Arkadaşımızın açılış konuşmasında söylediği nutku söylemiştir. (1)
Yani Bize “hazırlanın” diye vasiyet etmiştir, emir vermiştir. Ama bu emri ondan
önce Atatürk’ten önce İsmail Gaspıralı vermiştir. Daha doğrusu vasiyet
etmiştir, nasihat etmiştir.
“Dil birliğine gidin, fikir birliğine gidin, iş
birliğini gidin” demiştir.
Niçin? İktisadi önemi dolayısıyla.
Hiç bir zaman bir bayrak dememişlerdir. Bir devlet
dememişlerdir. Bir vatan dememişlerdir. Ne demişlerdir? “Bir dil, bir fikir ve
iş birliği”.
Bir dil belli. Hangisi? Türkçe. Türkiye Türkçesi olacak. Nerede? Yazı dilinde.
Konuşma dilinde her şive kendisini elbette kayıtsız
şartsız devam ettirecek. Ama Yakutistan’da basılan kitap İstanbul’da
okunacaktır. Anlayamazsanız lügate bakıp okuyacaksınız. Bu, dil birliği
demektir.
Fikir birliği,
eğer bir yerde bir Türk’ün burnu kanıyorsa bütün Türkler aynı anda aynı
sesi çıkaracak demektir. Yani Kıbrıs
meselesi var hepimiz ayağa kalkacağız.
Veya Azerbaycan’da bir milyondan fazla “kaçkın” denilen evsiz, yersiz,
yurtsuz insan, aç biilaç yaşıyorsa, bundan dolayı hepimiz gereken fedakârlığı
yapacağız demektir.
İşbirliği ise; Allah’ın Türk coğrafyasına
bahşettiği kritik kaynakların tamamının Türkler tarafından, Türkler için, Türklerle birlikte kullanılması
demektir. Yoksa oraya domates satmak, oradan deri almak değil. Onu Yunan da
yapıyor. Bulgar da yapar. Fransa da yapar. Bizim işbirliğimiz Allah’ın
Türk coğrafyasına bahşettiği kritik kaynakların tamamının Türkler tarafından,
Türkler için kullanılması demektir. Artan kısmının da eskiden olduğu gibi dünya
fiyatlarıyla dünyaya satılması demektir.
Yani bizim 16. asırdaki durumumuza gelmezsek bile, hiç değilse dik
başlı, hür, emir almayan bir devlet haline gelmemiz ve bugünkü gibi değil, daha
müreffeh bir millet haline gelmemiz demektir. İşte Türk Dünyası ile bunun için
uğraşıyoruz. Yoksa ütopya için değil. Kardeşlik için, dostluk için, arkadaşlık
için değil. Onlar zaten Allah’ın emri. Çünkü Allah bizi de Türk yaratmış.
Onları da Türk yaratmış. Allah’a hürmetimiz Allah’a saygımız varsa zaten mecburuz
onların derdiyle dertlenmeye. Onların ıstıraplarıyla ıstıraplanmaya.
Gerekiyorsa onlara yardım etmeye. Veya onların da bize yardım etmesine. Bu
Allah’ın emridir. Bu değil söylediğimiz. Aklın gereği olan dil birliği, fikir
birliği ve iş birliğidir.
Evet, benim söyleyeceğim bu kadar. Ama tabi ben
sivri noktalarıyla cevaplamaya çalıştım.
Eğer sualiniz, sorularınız varsa onları da cevaplamaya gayret ederim
bildiğim kadarıyla. Hepinize teşekkür ederim.
-Sayın Hocam bizi köklerimizle buluşturdunuz.
Dertlerimizle hedeflerimizle tanıştırdınız. Bu konferansı kayda aldık. İzlemek
isteyip de izleyemeyenlere de ulaştıracağız. Ama Türk Dünyası bir konferanslık
iş değil. Sizden ikinci bir konferans için de söz istiyoruz.
“Ölmez sağ kalırsam” inşallah.
…
Çok güzel üç tane sual var. Üçü de aynı. Birinci
gurup sualler. AB ye alternatif… Şanghay (2) işbirliği olabilir mi? Türk Dünyasına girmemiz daha iyi olmaz mı?
Bu gurup sual tabi çok yerinde.
Arkadaşlar! Türkiye’nin ilk 1988- 1989’lardan
itibaren yapması gereken şeyler vardı yapmadı, yapamadı. Türkiye’nin “Türk
Birliği” istikametinde çalışmaları olabilirdi, olmadı. Bunun alt yapısı
yapılabilirdi, yapılmadı. Bunları
açıklayacağım. AB’nin alternatifi
Şanghay işbirliği olabilir. Ama benim fikrim bu konuda ki 15 yıl evvel yazdım.
Harp akademisinde de bir tebliğ olarak verdim.
Şöyle bir birlik olabilir. “Ural Altay dil gurubuna
dâhil ülkeler arasında bir ipek kuşak” meydana getirmek. İpek Yolu diyorlar ya, ben onu kesinlikle
kesinlikle kabul etmiyorum.
İpek Yolu hiç önemli değil. Çünkü Arap yolu. Ama
bir “İpek kuşak” meydana getirebiliriz. Nereden başlar? Japonya’da başlar.
Balkanlardaki Türk devletlerinde biter.
Japonya Ural Altay dil gurubuna dâhil bir devlettir. Kore aynı şekilde. Ve
orada Doğu Türkistan var. Türk Cumhuriyetleri var. İran var. Irak var. Ve Türkiye ve Balkanlar var. Tabi kuzey
Türkleri de dâhil buna. Çuvaşlar, Başkurtlar, Tatarlar. Kafkas Türklerinin
hepsi dâhil. Nogaylar, Karaçaylar,
Balkarlar. Kumuklar, Tümen
Türkleri, Topol Türkleri ve Hakas,
Altay, Tuva Türkleri ve Saka Türkleri. Tüm bunların hepsi Ural Altay dil
gurubuna dâhil. Moğollar da dâhil
buna. Dil gurubuna dâhil ülkeler hepsi.
Bunlarla birlikte bir kuşak teşkil edilir.
Bu ipek kuşak meydana getirilebilir.
Bu ipek kuşağın meydana getirilmesi bir kere aynı
temeldeki dil gurubuna dâhil olmak bakımından manalıdır. Ama diğer taraftan
iktisadi olarak da bir bütünlük arz eder. Teknoloji özellikle Japonya’da
geliştirilmiştir. İşgücü Türkistan’da mevcuttur. Pazarlama gücü ve yakınlığı da
Avrupa’ya yoğun nüfuslu ülkelere yakınlık itibariyle Türkiye’de mevcuttur.
Dolayısıyla böyle bir ipek kuşak meydana getirilmesi Halinde gerçekten çok
büyük bir güç elde edilebilir. Bu güç iktisadi olarak elde edeceği faydanın
yanında, güneyde Çin’in Kuzeyde de Rus’un tekrar Türkler üzerinde hâkimiyet
kurmaya çalışmasını da engelleyebilir. Çünkü o zaman Çin Japonya’yla, Kore’yle,
Endonezya’yla, Pakistan’la ve bütün Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye’yle çatışmak
zorunda kalacaktır. Rusya da aynı
şekilde.
Yarın Çin’deki nüfus artışı Türklere doğru bir
basınç meydana getirecektir. Bu basıncı bizim şimdiden düşünmemiz lazım. Bu
elli yıl sonra meydana gelebilir. Yirmi yıl sonra meydana gelebilir. Şu anda
Doğu Türkistan üzerinde bu basınç uygulanmaktadır. Ve Doğu Türkistan Türk nüfusu yüzde doksan
yediden yüzde ellilere kadar inmiştir. Nispet olarak ve bu daha da aşağı doğru
gitmektedir. Bunun manası şudur. Çin nüfus baskısını Doğu Türkistan üzerinde
kullanmakta ve bütün dünyanın gözü önünde on bin yıllık Türk vatanı olan Doğu
Türkistan’ı bir Çin vatanı haline getirmektedir. Bu yirmi yıl, otuz yıl sonra
bitecektir. Yani bu işi başaracaktır.
Bunu durdurmanın yolu “İpek kuşaktan” geçer.
Bu tabi Doğu Türkistan’la sınırlı kalmayacak. Yarın
Batı Türkistan’a doğru da Kırgızlar başta olmak üzere bu basınç devam
edecektir. En zayıf yerinden başlamak üzere. Onlara doğru da bu basınç devam
edecek. Bu basıncı biz ancak öyle ortada
bir kuşak, askeri kuşak siyasi kuşak ve iktisadi kuşak meydana getirerek
engelleyebiliriz.
Öbür taraftan Ruslar da gittikçe tırnaklı hale
gelecekler ve tekrar eski güçlerini elde etmek için elbette çırpınacaklar
çalışacaklar, çalışmaktadırlar. Ve bugün
bir hayli de mesafe almış durumdadırlar. Ve bu aldıkları mesafe ilerledikçe
onlar da kuzeyden tekrar Türklere saldırmaya başlayacaktır. Daha doğrusu Türkler üzerinde hâkimiyet
kurmanın yollarını arayacaklardır. Bunu engellemenin yolu da işte bu kuşaktan
meydana gelir.
Bu kuşak iktisadi kuşak olmalıdır. Teknolojisiyle,
iş gücüyle, pazarlama imkânlarıyla, insan gücüyle bu kuşakta bir bütünlük
vardır. Bu kuşak askeri güç olmalıdır.
Türkiye’siyle, Japonya’sıyla Pakistan’ıyla, bütün Türk devletleriyle güçlü ve
hatta tek merkezden idare edilen NATO gibi bir orduya sahip olmalı. Ve bu ordu
hem Kuzeyden hem güneyden gelecek baskılara, yani hem Çin’in, hem Rus’un
baskılarına direnebilecek güçte olmalıdır.
Siyasi olmalıdır. Ve nerede bu bizim gücümüze,
bizim menfaatlerimize karşı bir manevra varsa, o manevrayı BM de engelleyecek
oy sayısına sahip olmalıdır. Olabilir. Onun için eğer AB ye alternatif
aranacaksa Şanghay Birliği veya bu AVRASYA diye bir şey çıkardılar son
zamanlara ortaya. O kesinlikle beni hiç ilgilendirmiyor. Hiç de aklım almıyor.
Avrasya benim coğrafyam değil. Ve benim menfaatlerimle de uyuşan bir coğrafya
değil. Ruslar Türkler üzerinde oynamaya devam ediyor. Mesela en açık delilini
size söyleyeyim.
Kırgızistan’la Kazakistan’la, Rusların arasındaki
anlaşma dolayısıyla ben Kazakistan’a giremiyorum. Kırgızistan’a giremiyorum.
Bütün gümrüklerdeki bilgisayarlarında tehlikeli şahıs olarak yasaklıyım.
Neden? Rusya bunlarla oynamaya devam
ediyor. Nasıl kabul ettiriyor bunu? Bu anlaşmayı nasıl yapıyor? Şöyle yapıyor.
Şu anda Kazakistan bütün petrolünü Rusya’ya akıtıyor. Akıtmaya da mecbur. Neden
mecbur? Petrol depo edilemez. Ne kadarını edersin? Akacak... Akmazsa ne olur? Heba olur. Mutlaka
akacak. Başka yol yok. Nereye akacak. Hazar’ı delip Bakü’yle birleşemediğine
göre- ki onu engelliyorlar, şimdilik Amerika da engelliyor- ne yapacak? Rusya’ya akmaya devam edecek.
Türkmenistan gazı depo edilemez. Akmaya mecbur.
Nereye akacak? Rusya’ya.
Neden? Yollar oraya doğru. Hep öyle yapılmış.
Akmazsa ne olur. İflas eder. Gaz telef olur.
Peki, nasıl akacak? Rusya’nın istediği fiyatla
akacak. Rusya’nın istediği fiyatla akıyor. Yani Petrol 18 dolara gidiyor.
Petrolün bugünkü fiyatı 70 dolar. Canın isterse al. Ben fiyatı arttırayım dese
Kazakistan, “almıyorum” diyecek. Almazsa Rusya’ya bir zarar gelir mi? gelmez. Gelmez. Neden gelmez? Kendi
kaynakları kendine yetiyor. Sibirya petrolleri yetiyor. Onlar da bizim ama
kendi kontrolünde. O halde Rusya istediği fiyatla alabilir. Ve onlar da satma
mecburdur.
Biz ne yapıyoruz? Türkmenistan’dan gaz gidiyor
Rusya’ya. Biz Karadeniz’i delen boru hatlarıyla Türkiye’ye getirip oradan gaz
alıyoruz. Hangi fiyatla? Rusya’nın
istediği fiyatla. Rusya istediği fiyatla
Türkmenistan’dan alıyor. Ben de Rus’un istediği fiyatla Rusya’dan, benim gazımı
Türkmen gazını, satın alıyorum düşünün.
Şimdiki durum bu. İşte burada Ruslar bu sebeple her
şeyi kabul ettirebilecek durumda. Kazaklarla da oynuyor. Kırgızlarla da
oynuyor. Yarın bu oynamayı daha ileriye götürecek. Eğer Türkiye bu enayiliğini
devam ettirirse. Ve Amerika da bir an evvel kaynakları kendi tarafına doğru
akıtmazsa. Yani Hazar üzerinden Türkiye’ye veya aşağıya indirerek Okyanusya
üzerinden kendi dev küresel şirketlerine devretmezse, devredemezse biran evvel.
Rusya bu işe daha büyük çapta hâkim olacaktır. İşte bunları engellememin yolu
benim söylediğim bir “İpek kuşak” projesinden geçer. İpek kuşak barışı sağlar
ipek kuşak huzuru sağlar. İpek kuşak, yalnız Türklerin değil, Ural Altay dil gurubuna dâhil olan ve o
çevrede Müslüman olan bütün ülkelerin zenginliğini sağlar, refahını sağlar, emniyetini
sağlar. Çin’in hücumundan. Tasallutundan. Rus’un hücumundan Rus’un
tasallutundan bu ülkeleri kurtarır diye düşünüyorum. Benim görüşüm bu, bu
konuda.
Öbür taraftan Türkiye’nin bu birlik için daha
doğrusu Türkler arası birlik için yapması gerekenler nedir? Yapıldı mı? İkinci gurup sualler. Dil
birliği, fikir birliği, iş birliği, bakımından Türkiye ne gibi adımlar
attı? Bu konuda arkadaşlar Türkiye
maalesef Atatürk’ün vasiyetini hiçbir zaman kale almadı. Emrini diyelim hatta.
Ne diyordu Atatürk?
“Dil bir köprüdür. Dil çalışmaları yapın” diyordu.
Yaptık mı?
Hayır.
Aksine onlardan dilimizi uzaklaştıracak çalışmalar
yaptık.
“Din bir köprüdür” diyordu.
Yaptık mı?
Hayır.
Onlar dinsizlik eğitimi gördüler. Biz onlara dini
yeniden öğretmek varken, yapmadık kalktık gittik matematik öğretmeye. Hâlbuki
onların matematikçilerinin eline su dökecek matematikçi Türkiye’de çok
nadirdir. Tekrar söylüyorum. Fen alanında Rusya’da yetişmiş beyinler bakımından
Türk coğrafyası matematik, fizik kimya gibi alanlarda, çok üstün iyi yetişmiş
beyinlere, öğretim üyelerine ve öğretmenlere sahiptir.
Benim orada gidip Üniversite kurarak fizik bölümü,
matematik bölümü, fizik bölümü, kimya bölümü gibi bölümler açmam çok ahmakça,
çok aptalca, yani daha kötü kelimeler kullanılabilir. Manasız bir şeydir. Ama
gittik yaptık.
Üniversite yaptık. Dört yüz milyon dolar harcadık
Rus diliyle eğitim yapılıyor. Yarıda kazakça eğitim yapılıyor. Üç beş bölümde de Türk diliyle eğitim
yapılıyor, Türkçe eğitim yapılıyor.
Ve tabi bize Ruslar da gülüyor. İngilizler de
gülüyor.
Amerikalılar da Çinliler de gülüyor.
Hele İranlılar kahkahalarla gülüyor. “Allah akıl
fikir versin” diyorlar.
Düşünün Türk devleti dört yüz milyon dolar harcıyor
Rus diliyle eğitim yaptırıyor. Lise
kuruyor, liseler İngiliz diliyle eğitim yapıyor. Azerbaycan’da Kırgızistan’da
Türkmenistan’da Kazakistan’da. Yani buna da herkes güler. Oraya Türk devleti
gidiyorsa-hadi ticari şirket gidiyor. Para kazanacağı şekilde ha fırın açar ha
okul açar İngilizce de yapar tamam. Almanca da yapar ona kimse karışmaz- ama
devlet gidiyorsa İngiliz diliyle eğitim yapabilir mi? varoluş sebebine aykırıdır. Ama bunu da
yaptık. Ve yapıyoruz yapmaya devam ediyoruz hala da.
Gösteriş kurultayları yaptık. İşte cumhurbaşkanları
bir araya geldi. Bilmem Makedonya’dan bilmem nereye, şu denizden bu denize,
kadar falan... Ama bunlar hep gösterişte kaldı. Hiçbir zaman bir netice vermesi
mümkün olan toplantılar değildi. Netice vermesi mümkün olan toplantılar nasıl
olur? Küçük olur ve uygun vasıtalar
üzerinde yapılır. Nedir? Dil birliği sağlamak için, alfabe birliği sağlamak
için, bu iş sessiz sedasız yapılır işbirliği sağlamak için. Ve adım adım
ileriye götürülür. Tatbikata geçirilir
ve günümüze gelinirdi.
Bunun için Türkiye’nin elinde imkânlar vardı.
Mesela TİKA’yı kurduk. Mesela Eximbank’ı kurduk. Eximbank gitti Kazakistan’ın
en büyük projelerini finanse etti.
Ne işin var senin?
Bu geri de dönmez.
Gitti Bulgaristan’a kaç yüz milyarlık kaç milyon
dolarlık projelere kredi verdi. Bulgaristan’a gidiyorsan Bulgaristan’daki
Türkleri adam edersin. Küçük küçük paralarla onları esnaf yaparsın, sanatkâr iş
adamı yaparsın fırıncı yaparsın. İş sahibi yaparsın. Veya onları birleştirir
kısmi sermayeyi sen verirsin. Onların beraber işlettiği işçilerinin de
Türklerden teşekkül ettiği fabrikaları kurarsın. Bunlar hep mümkündü. Bunların
hiçbirisini yapmadık. Daha da önemlisi “ne biz onlara gönülden canlı baktık. Ne
onlar bize”. Bakmaları için biz de bakmamız için onlar da hiçbir sebep
yaratmadık.
Kıbrıs’ta problem var. Hiçbir Türk devleti Kıbrıs’ı
tanımaya yanaşmadı. Ben Kazakistan’a 400 milyon dolar sadece üniversite için
para harcayacağım. Kazakistan benim Kıbrıs Cumhuriyetimi tanımayacak. Bunu
hangi akılla izah ederisiniz? Mümkün
değil. Ama öbür taraftan bir milyondan fazla Azerbaycan’da kaçkın var. Evsiz,
yersiz, yurtsuz aç biilaç… Karda, kışta, açıkta 10 yıldır, hatta 12 yıldır, 13
yıldır. Ne Türkiye’nin aklına geliyor, Ne Azerbaycan’ın devletinin aklına
geliyor, ne de o insan sever Avrupalıların veya Amerikalıların aklına geliyor. Ve ben bunlar için hiçbir şey yapmıyorum.
Yani Allah’ın emrettiği kardeşlik vazifeleri içinde taraflar hiçbir şey
yapmadı. Yapılması için adım atılmadı.
Gösteriş toplantılarında alfabe kabul edildi. 29+5 diye. İlkokul çocuğuna da sorsanız 29+5
ten kaç tane alfabe çıkar? Yahu biz “bir
alfabe istiyoruz”. Dünyada hiçbir dilin iki alfabesi yoktur. Hiçbir dilin...
Yalnız Türkçenin otuzdan fazla alfabesi vardır.
Dünyanın en ahmak milleti biz miyiz?
Deminden beri anlattım. En akıllı devletleri kuran
millet biziz. Ama son elli, altmış yıldır en akılsız idare edilen devlet biziz.
En ahmakça idare edilen devlet biziz. 40 tan fazla 30’dan fazla alfabe…
İngilizlerin bir tek alfabesi vardır. Hindistan’daki İngilizce başkadır.
Avustralya’daki, Kanada’daki, İngiltere’deki başka… Ama alfabesinin noktası
bile değişmez. Fransızca da aynı
şekilde. İtalyanca da aynı şekilde. Peki
Türkçe? Zavallı Türkçenin otuzdan fazla alfabesi var. Latinceye geçtik. Yedi alfabe,
yedisi de değişik. Yani 37 alfabemiz oldu. “Allah akıl fikir versin” demezler
mi. Gülmezler mi? Kim yaptı bunu? Biz
yaptık. Türkiye’deki yöneticiler Türkiye’deki aydınlar yaptı. Diğer sahalarda da yapmamız gereken
yatırımları maalesef yapmadık.
Mesela biz Osmanlı Devleti olarak yıkılırken
Bakü’ye asker çıkardık, biliyorsunuz. Ve İngilizlerin oradaki petrollerimize el
koymasını engelledik. Ermenilerin Azerbaycanlıları kesmesini engelledik.
Yıkılırken yaptık bunu. Peki, Azerbaycan’la Ermenistan tutuştuğu zaman Türk
ordusu neredeydi? Yani 10 tane jet
uçursa Ermenistan üzerinde, her şey dururdu. Kaldı ki Türk ordusu o zaman daha
önce yapılan anlaşmalara göre hak sahibiydi. Nahcivan’a da saldırdılar çünkü
Zengezur’a girebilirdi. Ve Zengezur’u delebilirdi. Bu toprağı delmek
zorundayız. Ne pahasına olursa olsun. Kılıçla delemiyorsak parayla delmek
zorundayız.
Yani Ermenistan’dan eni 500 m, boyu 30 km olan bir yolu satın almak
zorundayız.
30 Nisan 2006
Burdur Türk Ocağı
***
(1)“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur,
komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne
olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya
Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu
milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o
zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili
bir, özü bir, inancı bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır
olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak
lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır?
Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir
köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür.”
“...Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü
tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz.
Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını
bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.
“29 Ekim 1933
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
***
(2) İsmini örgütün ilk toplantısını yaptığı Çin’in
en büyük kenti Şanghay’dan alan Şanghay İşbirliği Örgütü ya da Şanghay
Altılısı, 1996 yılında kurulmuş bir uluslararası kuruluştur. Çin Halk
Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın
katılımıyla 1996 yılında Şanghay Beşlisi adıyla kurulan örgüt, 2001 yılında
Özbekistan’ın katılımıyla Şanghay Altılısı adını almıştır. Hindistan, İran,
Moğolistan ve Pakistan da Şanghay İşbirliği Örgütü’nde gözlemci
statüsündedirler.
***
Turan YAZGAN Hakkında: Isparta'nın Eğirdir ilçesinde 1938 yılında
doğan Turan YAZGAN, ilk ve orta öğreniminin ardından 1959 yılında İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni tamamladı. İmar ve İskân Bakanlığı Bölge
Planlama Daire Başkanlığı'nda ''İktisadi Araştırmacı'' ve ''Bölge Plancısı''
unvanlarıyla beş yıl görev yapan YAZGAN, 1963 yılında İtalya'ya, Güney İtalya
Bölge Planlaması konusunda staj yapmak üzere gitti. 1966 yılında İktisat
Fakültesi'ne asistan olarak girdi. 1967 yılında ''Şehirleşme Açısından
Türkiye'de İş Gücünün Demografik ve Sosyo-ekonomik Bünyesi'' adlı tezle
doktorasını tamamladı. 1971 yılında ''Gelir Dağılımı Açısından Sosyal
Güvenlik'' konulu tezi vererek doçent oldu. 1977 ve 1978 yıllarında Güneydoğu
Anadolu Bölgesi Planının Genel Koordinatörlüğü görevini üstlendi. Bölgede
yapılan araştırmaları müteakip ortaya çıkan yedi ciltlik Güneydoğu Anadolu
Gelişme Planını, Başbakanlık Tarım ve Toprak Reformu Müsteşarlığı'na sundu.
1979 yılında İktisat Fakültesi profesörlüğüne yükseltildi. Üniversite senato
üyeliği, üniversite yönetim kurulu üyeliği ve anabilim dalı başkanlığı yaptı.
2000 yılında istifa ederek, üniversiteden emekliye ayrılan Prof. Dr. Turan
YAZGAN, 1980 yılında kurduğu Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı'nın genel
başkanlığını yürütüyordu. Evli olan YAZGAN, üç çocuk babasıydı.
TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI VAKFI resmi internet
sitesinin notu
Prof. Dr. Turan YAZGAN 1938…
TÜRK DÜNYASI kavramını ilk kullanan,
TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI VAKFI’nın kurucusu
Hayatını TÜRK DÜNYASI’na adayan
Son anına kadar TÜRK DÜNYASI için yaşayan, çalışan,
düşünen
Yüreği TÜRK DÜNYASI, TÜRK DÜNYASI diye çarpan akıl,
gönül ve dava adamı
TÜRK DÜNYASI’nın bilicisi
TÜRK DÜNYASI’nın boy boylayıcısı, soy soylayıcısı
TÜRK DÜNYASI’nın ad koyucusu, yaşayan son Korkut
Atası
TÜRK DÜNYASI’nın aksakalı
GÜLEN Hanımefendi’nin sevgili eşi, KARAHAN, KORHAN
ve KÖZHAN’ın babası,
Hepimizin hocası, TURAN’ın yol göstericisi,
Adı ile müsemma Prof. Dr. Turan YAZGAN Hocamız Hakkın
rahmetine yürümüştür. 24 Kasım 2012 Cumartesi günü, İstanbul Üniversitesi
Rektörlük Binasındaki tören saat 11.00’de, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
önündeki tören saat: 12.30’da yapılmış ve Fatih Camisi'nde ikindi namazına
müteakip kılınan cenaze namazının ardından Kozlu Mezarlığı'ndaki aile
kabristanında ebedi istirahatgâhına defnedilmiştir.
Ruhu şad olsun
Osman ERENALP
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA
Merkezimiz ilk olarak Temmuz
2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında, faaliyetlerine
Ankara Balgat adresinde başlamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl burada
çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine Ocak
2011’de şimdi bulunduğu Kızılay’daki yerine taşınmıştır. Kuruluşundan bu yana
önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan hizmetlerine
kesintisiz olarak devam etmektedir.
Bilgi Şölenleri ismi ile
her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin
temel meseleleri, alanında uzman kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde
incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana
meseleleri üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve görüş birliği sağlamaktır.
Bugüne kadar 260 Bilgi Şöleni yapılmıştır.
Yine bu amaçlar
doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da
aralıksız olarak sürdürülmektedir. Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte
olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde
değerlendirilmektedir.
Geniş katılım ile
yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi
için video şeklinde internet sitelerimizden yayınlanmaktadır.
(www.millidusunce.org ve
www.millikanal.com)
Öte yandan belirli
kıstaslara göre seçilen üniversite ve sonrası dönemi gençlerine milli bir şuur
kazandırmak üzere, belli bir program dâhilinde, bilgi seminerleri
verilmektedir.
Önemli gördüğümüz bir
diğer çalışmamız da, dağınıklık içerisinde, tek tek kalmış ve birçok
fedakârlıkla faaliyetlerini sürdürmeye çalışan milli düşünce kuruluşlarıyla,
birlikte hareket imkânını oluşturmak ve bir işbirliği zeminini hazırlamaktır.
Bu ortak çalışmamız müspet bir sonuca ulaştığında, bu kuruluşlarımız milli
hedeflerimiz doğrultusunda güç birliği sağlamış olacaktır.
Bunların yanında
merkezimiz ülkemizin öncelikli sıcak meseleleri hakkında kamuoyunu aydınlatmak
üzere yayınlar da yapmaktadır.
Yayınlanan eserler
şunlardır:
1- Son Haçlı Seferi: PKK
Açılımı – Ocak 2010
2- Etnik – Irkçı – Bölücü
PKK Terörünü Doğru Anlamak – Temmuz 2011
3- “Yeni” Anayasanın
Şifreleri – Kasım 2011
4- Selçuklu, Osmanlı ve
Türkiye Cumhuriyeti Hangi Milletin Devleti? – Haziran 2012
5- Devletlerimiz ve
Anayasalarımız – Mart 2013
6- Andımız Âyet mi? – Ekim 2013
Merkezimizin bütün
çalışmalarını, bilim adamlarımızın makalelerini ve yurt içinde ve dışında
gelişen önemli olaylara ait haberleri internet sitelerimizden dileyen herkes
kolaylıkla takip edebilmektedir.
(www.millidusunce.org ve
www.millikanal.com)
Yorumlar
Yorum Gönder