"Türk’üm Özür Dilerim" isimli kitap Prof. Dr. İskender
Öksüz'ün ikinci kitabıdır. 2013 yılında Bilge Kültür Sanat Yayınevi tarafından
basılmıştır.
***
Bu kitapta Türkiye ve dünyanın 21. yüzyılın başındaki manzarasını
çizmeye çalıştım.
“Millet” başlıklı birinci bölüm, “Bizim gözümüzle biz”i anlatır.
Burada, genel olarak millet ve özel olarak Türk milleti hakkında hatalı
yorumlar ele alınmıştır. Bunlar arasında rahmetli Yılmaz Öztuna’nın tabiriyle
Türk milliyetçiliğine yönelen İnönü revizyonizmi de vardır, siyasî ümmetçiliğin
Türk’ü Anadolu yarımadasındaki otuz altı veya kırk kusur etnik gruptan biri
sayması da.
***
Milliyetçiliğe karşı girişilen hareketlerin zıt cephelerden bile
gelseler ırkçı yaklaşımlara dayandığını görmek hayret vericidir.
Milliyetçiliğin antitezi bir yerde ırkçılıktır.
İkini bölümün başlığı kitabınkiyle aynı: “Türk’üm özür dilerim”. Bu
bölümde, daha ziyade başkalarının ve özellikle bize karşı sevgi beslemeyenlerin
gözüyle biz anlatılmaktadır. Bu yüzden alt başlık diye, “Onların gözüyle biz”i
seçtim. Onların gözüyle bize bakıldığında AB içindeki hakim kanaatlerle ve
uygulamalarla bize tavsiye edilenlerin nasıl zıtlaştığı ortaya çıkıyor. Biz çok
kültürlü olmalıyız. Ama mesela bir Fransa, bir Almanya mutlaka tek kültürlüdür
ve bu titiz tek kültürlülüğün adı entegrasyondur. Bizde asimilasyon insanlık
suçudur ama Almanya’da “en iyi entegrasyon asimilasyondur”. Biz özür
dilemeliyiz ama Fransa, kolonilerinde yaptıkları ile iftihar etmelidir.
***
Üçüncü bölüm, “Fikir Savaşları – GONGO’lar”, “Onların gözüyle dünya”
alt başlığını taşır. Biz, soğuk savaşla birlikte fikir savaşının bittiğini
sanmıştık. Meğerse fikir savaşı 21. yüzyılın temel savaş aleti imiş ve
“noosferde” GONGO’lar ile çarpışılırmış! Bu bölüm büyük çapta Avrupa ve ABD
kaynaklarının nakli ve yorumu şeklinde geliştiği için bu garip ifadelerin
anlamını da orijinal kaynaklarına, yani o bölüme bırakıyorum. Sadece GONGO
kısaltmasını açayım. NGO, İngilizcede, “Non – Government Organization”, yani
hükümet dışı teşkilat demektir. Wikipedia GONGO’yu, “Government Organized Non –
Government Organization” diye tarif ediliyor: Hükümetçe Teşkilatlandırılan
Hükümet Dışı Organizasyon!
***
Dördüncü bölümün başlığı “Tek Yol!”. Yaşınız müsaitse bu size 1969 –
1980 arasında “Tek yol devrim!” sloganını hatırlatmıştır. Eğer öyleyse çağrışım
doğrudur. “Tek yol devrim”in pek taraftarı kalmadı ama benzeri kehanet imalatı
hızlanarak devam ediyor. Şimdi Türkiye’ye devrimden başka “tek yol”lar
gösteriliyor. Milletin sonu gelmiştir, tek yol budur! AB’nin dikte
ettirdiklerini yapmalısınız, tek yol budur! Batı üstündür, çünkü kültürü
üstündür, tek yol bu medeniyet yoludur!
***
Son bölüm “Kültür” başlığı altında, büyük çapta, kitabın tamamında anlatılan
hataların, sapmaların, yanlış tespit ve kararların kaynağını bulmaya çalışıyor.
Bunu insan sermayemizde, insanımızın kültür ve eğitiminde, daha doğrusu
kültürsüzlükte ve eğitimsizlikte arıyor. İncelenen “kültür”ün içine milleti ve
sosyolojinin milleti millet yapan “ortak yüksek kültür”ü de, Prof. Dr. Orhan
Türkdoğan hocamızın “yoksulluk kültürü” ile Röpke’nin “güruh toplumu”, yani
kültür yoksulluğu da giriyor.
***
Bu acayip insanlar, bu dünyadan, geçmişten ve emin olun gelecekten
habersiz insanlar, bu on yıllarımıza hâkim olup bizi bugünkü kimliksizliğe
sürükleyen insanlar, “biz”i, yani Türk milletini çok seviyorlardı. Çok
seviyorlardı ama bu çok sevdikleri milletin:
- Dilinin reforme edilmesi lâzımdı. Hatta Nurullah Ataç gibi bazıları, Türkçe yerine Latincenin ikamesinin daha hayırlı olacağını düşünüyordu.
- Dini son derce mahzurluydu. Millet bu dinden mümkün mertebe uzaklaştırılmalı; hiç olmazsa bu din “reforme” edilmeliydi.
- Tarihi seçilip, ayıklanıp öyle sunulmalıydı. Osmanlı ümitsiz vakaydı. Buyurun 1937’de basılan bir lise edebiyat kitabından alıntı: “O aralık Abdülmecid tahta geçmişti. Bu her Osmanlı padişahı gibi gafil ve biçare bir adamdı.” Selçuklu zaten Farsça yazışırdı. Göktürklere falan giderseniz mazaallah “ırkçılık – Turancılık” tehlikesi vardı. Tek çare kalıyordu, ondan da geriye gitmek ve prototürkleri keşfetmek! Prototürkleri kimse bilmediği için de onları canımızın istediği gibi ve gerektiğince şekillendirebilirdik.
Bu Türk aşkını anlamak kolay değildir. Olsa olsa Nasrettin Hoca’nın leylek
aşkına benzetilebilir. Hoca leyleği kuşa benzetememiş. Tasarımını beğenmemiş.
Önce hayvancağızın gereksiz uzunlukta bulduğu gagasını, sonra da yine fazlalık
diye düşündüğü bacaklarını kesmiş ve “Hah, işte şimdi kuşa benzedin” demiş.
Galiba bu fıkradan “kuşa benzetmek” diye flu bir şey kaldı kültürümüzde. Çok
sevilen Türk milletinin de dilinin, dininin, tarihinin bir iyice kesilip
biçilmesi gerekiyordu. Ancak ondan sonra “Hah, işte şimdi Türk’e benzedin”
diyebilirdik.
***
Dünyadaki bilim ve fikir adamları dillerini ele aldıkları zaman
sordukları soru şudur: “Bizim dilimiz nasıldır? Nereden gelmiştir, nereye
gitmektedir? Klasikleri nelerdir?” Bizimkilerin sordukları ise çok farklıdır:
“Bizim dilimiz nasıl olmalıdır? Nasıl değiştirilmelidir? Acaba bunun yerine bir
başkasını mı koysak?” Sorular bu kadar devrimci olunca da klasikler falan, bu
cesur projeye düşman şeylerdir.
Dünya dini inceleyenler şu soruları sorarlar: bu halkın dini nedir?
Kaynaklara göre nedir? Yaşanan inançlara göre nedir? Kültüründeki tezahürleri
nedir? Bizimkiler yine yaratıcıdır. Cevabını aradıkları soru şudur: Bu halkın
dini nasıl olmalıdır? Hiç olmasa olmaz mı?
Dünyada tarihçiler, bizimkilere göre çok basit bir işle uğraşırlar:
Geçmişimizde ne olmuştur? Nasıl olmuştur? Niçin öyle olmuştur? bizimkilerin
programı daha atılgandır: Bu milletin tarihi nasıl olmalıdır? Nasıl olursa
maksada uygundur? Sonra iş, o tarihi keşfetmeye gelir. Öyle bir tarih mutlaka
vardır. iyi bakın, bir yerlerde saklanmıştır; onu bulup çıkaralım…
***
Ziya Gökalp de biliyordu. Milleti ortak bir “terbiye”ye dayandırmıştı.
Ondan on yıllar sonra sosyologlar daha da açık gördüler ve anlattılar: Millet,
bir ortak yüksek kültürün, devlet eliyle teşkilâtlandırılan bir eğitim sistemi
vasıtasıyla aktarılmasıdır. Bu aktarma, halkınızın yaşadığı coğrafyada, mekân
üzerinde yayma şeklinde gerçekleştirilir. Aynı zamanda bu aktarma, nesilden
nesile, yani zaman içinde de gerçekleştirilir. İşte millet budur. Bu ortak,
yüksek ve çekirdeği standart kültürdür.
Mekân ve zaman içindeki bu aktarma sayesindedir ki, George
Washington’un söylediğini Bill Clinton’ın nesli anlayabilir. Bu aktarma
sayesindedir ki, ABD’de “Amerikanlar, İngilizler, Almanlar, Kızıldereliler,
Afrikalılar” değil, sadece Amerikanlar vardır.
Ama onlar Alman Amerikan, Yerli Amerikan, Afrikalı Amerikan veya
Hispanik Amerikan olabilirler veya bunların bir karışımı veya hiçbiri… Ama
mutlaka Amerikan’dırlar. Çünkü iki asırdır bu millet, standart bir İngilizceyi,
bizimkinden çok daha kısa ve sakin de olsa övünülen bir tarihi ve herkesin
yaşayan dini neyse o dini, mekân üzerinde bir okyanustan diğerine, zaman içinde
de nesilden nesile aktardı. Böylece etnik grupların üstünde ve ötesinde bir
Amerikan milleti oluştu. O, bugün dünyanın en güçlü milletidir.
Şimdi soralım: Bu ortak yüksek kültürü sağlayamazsanız ne olur? Daha
doğrusu, mevcut ortak yüksek kültürü tahrip için elinizden geleni yaparsanız ne
olur?
Artık millet olamazsınız. Ancak etnisite olabilirsiniz. Hoş geldiniz
Maoriler, Saramakanlar ve 21. asrın Türkiye vatandaşları!
***
Şehirleşen bir toplumda insanlar ya ilkel aidiyetlerini unutur veya
hafızaları güçlüyse, Amerikan toplumundaki gibi size sayarlar: “Yüzde yirmi
İngiliz, yüzde sekiz Çeroki…” Fakat onların tamamı Amerikan’dır. Amerikan
milletindendir. Bu bir Amerikan’ın Çeroki büyük dedesini veya Leh babaannesini
hatırlamasına ve onlarla iftihar etmesine engel değildir. Fakat siz bir
Amerikan Başkanı’nın, “Burada Amerikan var, İngiliz, Alman var, Çeroki var, Leh
var, Yahudi var, Japon var, Çin var…” diye bir cümle sarf edebileceğini hayal
edebilir misiniz? Etnik kökeni henüz yüzde ellilerin altına inmemiş Amerikanlar
için de “Hispanik Amerikan, Japon Amerikan, Yunan Amerikan vs.” kullanılır.
Bizim tarihimiz mi daha sığ, milletimiz mi daha ilkel ki, Laz Türk,
Çerkez Türk, Kürt Türk olamıyor? Bir AKP milletvekili şöyle diyordu; “Ben Türk
müyüm, Kürt müyüm bilmiyorum…” Sayın milletvekilim, niçin her ikisi de
olmayasınız? Bu soru, kendimi bildim bileli siyasi ümmetçilerin bölücü sorusuna
eşdeğerdir: “Türk müsün, Müslüman mısın?” Bu, “Erkek misin Türk müsün?”,
“Müslüman mısın, Hanefî misin? Kadar saçma sapan bir sorudur. Elhamdülillah her
ikisiyim. Eşit miktarlarda falan değil. Bu kategoriler, birbirine rakip,
birinde ne kadar çok olursa diğerini o kadar seyreltecek, zayıflatacak
kategoriler değildir. İnsanlar aynı anda hem bir veya – genellikle- birden
fazla etnik gruba hem de aynı millete mensup olabilirler. Çünkü millet,
etnisite veya ırk temeline dayanan bir yapı değildir. Türkiye’de o sayılanların
hepsinden Türkler vardır. Fakat dörtte üçü şehirli bu ülkede büyük çoğunluk ne
biri ne de ötekidir. Ne Türkmen’dir, ne Kürt ne de Laz. Sadece Türk’tür. Çünkü
modernite, etnik kimlikleri yok eder. Tıpkı aşiret, klan, boy bağlarını yok
ettiği gibi. Yok etmediyse de baş üstüne.
***
Türk milletini toplum mühendisleri kurmadı. Jakobenler halkı Türk
olduklarına zorla ikna etmedi. Bir İngiliz devlet adamının şu sözü üzerinde
dikkatle düşünmeye değer: “Mısırlıları Türk olmadıklarına ikna etmemiz bir asır
sürdü”. Etnik aidiyeti olsun, olmasın, Türkiye halkını Türk olmadığına ikna
etmek için kaç asır lâzımdır dersiniz? Osmanlı’da yeniden seçimlere gidilmesi
düşünüldüğünde İttihat ve Terakki karşıtlarının daima şu endişesi vardı:
“Bunlar durmadan Türk diyor. Seçim olursa muhakkak kazanırlar.” Bugünkü
seçmenle bir asır önceki seçmen arasında çok büyük bir aidiyet farkı yoktur.
Belki tek fark, birincinin başından henüz mütareke ve işgal felâketlerinin,
Millî Mücadele zaferinin geçmemiş olmasıdır.
Mimar Sinan’ın Ermeni etnisitesinden olduğu söylenir. Eğer bu doğru
ise, Sinan, Ermeni etnisitesinden bir Türk’tür.
Sokullu Mehmet Paşa, Sırp etnisitesinden bir Türk’tür.
Mehmet Akif, Arnavut etnisitesinden bir Türk ve bir Türk
milliyetçisidir.
Süleyman Nazif, Kürt etnisitesinden bir Türk ve –biraz da aşırı- bir
Türk milliyetçisidir.
Hahambaşı Nahum Efendi, Yahudi etnisitesinden bir Türk’tür.
Peki, “Ne mutlu Türk’üm diyene” gibi masum ve sosyolojik “millet”
kavramını bu derece açık vurgulayan bir ifadeden rahatsız oluyorsanız o zaman siz
gayri Türk’sünüz. Velev ki Türkmen etnisitesinden gelin…
***
Vahhabî ve İhvan-ı Müslim ideolojisinin kafalarda kurduğu barikat
millet gerçeğine karşı gözleri kör edince, ortaya “anayasal vatandaşlık” çıkar. Sanki başka türlü bir vatandaşlık
olurmuş gibi. Bu kavramı koca koca insanların nasıl ciddiyete aldıklarını
anlamak zordur.
Geçen gün bir gazetede şöyle bir haber vardı: “Anayasa’daki ‘Türkiye Cumhuriyet’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanlara
Türk denir” ifadesi yerine, “Türkiye
Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanlara Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı denir” konulacak.”
Bu cümleyi kuran insanlara sahip olmamız, eğitim sistemimizin ne hale
düştüğünün göstergesidir. Bu olsa olsa anlamsız ifade yarışında derece almak
için kurulmuş bir cümledir.
***
Millî birlikten, tek milletten bahsedenler o milletin adını da
telaffuz etmek zorundadır. Şu, bu milliyetçiliğine karşı olduklarını
söyleyenler, hangi milliyetçiliğe taraftar olduklarını da söylemek zorundadır.
***
Jön Türkler, medeniyet uğrunda Boer Savaşı’nda İngilizlerin yanında
çarpışmak için yollara düşmüş; Abdullah Cevdet, Batı’dan damızlık insan
getirmeyi teklif etmişti. Bazen kayıtsız şartsız Batıcılık, insanları Batı’nın
hayal bile etmediği bir iklime taşıyor. Son keşfimiz, damızlık getirmek veya
medeniyet uğruna Afrika’ya sefer etmek değil.
***
Siyaset biliminde kavramlara dikkat etmek gerekiyor. Hangilerinin
bilim açısından ‘terim’ statüsünde, hangilerinin siyasî propaganda sloganı
olduğuna özellikle kafa yormalı.
“Hür dünya” güzel bir örnektir. Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne
kadar, Batılı siyasetçilerin en sık kullandığı deyimlerden biri de buydu. Bir
siyaset bilimcisi üşenmemiş, yıllara göre “hür dünya”nın ABD başkanlarınca
söylenme frekansını tepit etmiş. Eisenhower, Kennedy, Carter, Reagan hiç ihmal
etmemiş. Hatta bu başkanlar, “hür dünyanın lideri” sıfatıyla anılmış. 1989’dan
sonra bir bakıyoruz ağza alınmaz olmuş, “hür dünya” yok artık! Demek ki kavram
yararlılığını kaybetmiş.
***
Demokrasi, topluma sahip çıkan, topluma karşı kendini sorumlu tutan,
topluma tesir edebileceğinin şuurunda olan insanların harcıdır. Aşiret, cemaat,
terör örgütü disiplini içinde demokrasi olmaz. Kime oy verecekleri, millet
öncesi ilkel toplum birimlerinin reislerince tayin edilen oylarla yürüyen demokrasi,
görünürde olsa da temelde demokrasi değildir.
Kitleler doğru karar verir. Ama iki şartla: Bilgiye serbestçe
ulaşabilmek ve baskı, emir-kumanda, korku altında hareket etmemek.
***
Demokrasi hür insanların harcıdır. Hürriyetin olmadığı yerde demokrasi
bir merasimden, bir ritüelden ibarettir.
***
Bilimde ve siyaset felsefesinde de paradigma değişiklikleri olur. Daha
basit sistemlerle uğraşan fizik, astronomi gibi tabiat bilimlerinde daha sık…
Siyasette ise sık sık. Çünkü bu sonuncusu sadece görüşlerin değil aynı zamanda
çıkarların da çatışma alanıdır ve çıkarlara göre “hakikat” tekrar tekrar
mühendis masasına yatırılır.
Bilimde gerçekler bizim paradigmalarımızı değiştirir.
Galiba siyasette bunun tam tersini yapmaya çalışıyoruz: Paradigmamızı
değiştirip, gerçeğin de aynı yönde değişeceğini umuyoruz.
***
Dikkat edin! Birinci liberal emperyalizmde demokrasiden de insan
haklarından da söz edilmez. Öyle ya, bir tarafta medeniyet ve üstün ırklar
varken, gayri medenî aşağılık ırklarla bunlar arasında eşitliği ima edecek bir
demokrasiden, insan haklarından söz edilebilir mi? Yurt içinde evet; yurt
dışında asla.
Siz hiç demokrasinin beşiği İngiliz Avam Kamarası’nda Hindistan’ı
temsil eden vekil duydunuz mu? Demokrasinin beşiği olmayan Türkiye’nin ilk meclisinde,
ülkenin hiçbir yerinin temsilcisi eksik değildir. Bunların ikisinin de, Osmanlı
ve Britanya’nın aynı “imparatorluk” kategorisine sokulması herhâlde mümkün
değildir.
***
Cooper içinde bulunduğumuz döneme, “yeni liberal emperyalizm” diyor
ya; insanın aklına bir soru geliyor: Bugünün paradigmaları ne acaba?
Yarım asır sonra çocuklarımız bize bakıp, “Yahu amma adamlarmış. Nasıl
da saçmalamışlar. Görmemişler mi?” demelerinden endişe ediyorum. Birincisinde
“medeniyet” sopaydı. Bu sefer “demokrasi”, “insan hakları” sopa olmasın? Ama
ben demokrasiye de, insan haklarına da yürekten inanıyorum diyorum, kendimi
ikna için. İçimdeki şeytan cevap
veriyor, “Ne yani, 20. asrın başında yaşasaydın medeniyete inanmayacak mıydın?
Hâlâ da inanıyorsun, değil mi?” Sonra devam ediyor: “Demokrasi ve insan hakları
niçin genellikle petrol ülkelerinde veya bunların komşularında problem oluyor?
Sahi Irak kitle imha silahlarına ne oldu?”
Sonra susuyorum. Kaptan köşkünde herkes bir türlü lâf anlamayan
balıkçı gemisine küfrederken oyunbozanlık yapmanın manası yok.
***
Milliyetçilik Türk insanının kolay kolay terk edemeyeceği bir kavram.
Stratejik düşünen siyasîler ve yazarlar da bunun farkında. Ancak bir problem
var: Millet!
Türk milleti olmasa, milliyetçilik yapmak son derece kolaylaşacak,
fakat gelin görün ki, millet var. Acaba, içinde millet olmayan, hele hele hiç
Türk milleti olmayan bir “milliyetçilik” mümkün değil midir?
Yeni bir pradigma bu!
Bölge milliyetçiliğine karşıyız… Mezhep milliyetçiliğine karşıyız.
Etnik milliyetçiliğe karşıyız. Türkçülüğe de karşıyız! Daha birkaç gün önce bir
yazarımız MHP’nin milliyetçilikten Türkçülüğe kayma tehlikesinden bahsediyordu.
Başbakanımız benzer bir pozisyon alıp “Kürtçülüğe de Türkçülüğe de karşıyız”
dediğinde meselâ Türk Ocağı’ndan da çıt çıkmamıştı. Türk Ocağı, Türkçüler
tarafından Türkçülük için kurulduğuna göre, Ziya Gökalp kusura bakmasın ama
anlaşılan bu da kesinleşti. İçinde zerre kadar soy, kavim, ırk bulunmasa da
Türkçülüğe de karşıyız. Adı yetiyor!
Özkırımlı Hoca ne güzel söylemiş: Kalkınmakta olan ülkelerin
milliyetçilikleri kötüdür. Gelişmiş ülkelerinki iyi. Zaten gelişmişlerinkine
milliyetçilik değil vatanseverlik denir.
İmdi… Türkiye için muhakkak ki yepyeni bir paradigma doğmaktadır.
Türkiye’de milliyetçiliğe taraftarız ama içinde millet olmamalı. Kesinlikle
Türk milleti olmamalı. Ama “milletimiz” olmalı!
***
Gelelim “Türk”ün hukuken silinmesine…
Şimdi bir Türk olarak ben “Türk bir ırktır”, “Türk bir etnisitedir”
diye tuttursam bu ırkçılık değil midir? Bal gibi öyledir.
Peki, siz “Türk bir ırktır, bir etnisitedir” dediğinizde nasıl oluyor
da aynı söz insaniyetçilik ve demokrasi oluyor? Anayasa’nın “Türkiye
Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı herkese Türk denir” ifadesine “Irkçı!
Irkçı!” diyenler hislerine biraz derinlemesine baksınlar. Mefhumu muhalifinden
kendi ırkçılıklarının yansıdığını göreceklerdir.
***
“ABD’nin Türkiye hakkında iyi hisler beslemediği, misyonerlerinin
faaliyetinin daima bu yönde desteklendiği açıktır. Daha 1896’da Everett P.
Wheeler, 2Biz Türkiye’de Hristiyanlar ve Hrıstiyanlık için okul, hastane
açıyoruz, ilâç götürüyoruz, modern tıbbı ve eğitimi kuruyoruz. Türk bizi
istemeyebilir ama oranın sahibi Türkler değil ki…’ diyordu. Bu tür neşriyat
eksik değildi. Esasen Amerikan diplomatları hiçbir zaman misyonerlerin bu gibi
aşırılıklarını frenlemek için ciddi bir girişimde bulunmamışlar, Babıâli’yi
suçlu göstermeyi âdet edinmişlerdi. (İlber Ortaylı, Osmanlı’da Milletler ve
Diplomasi)
***
Öyle ya… Fransa Fransızlarındır, Almanya Almanların, Ermenistan
Ermenilerin, Yunanistan Elenlerin. Ama Türkiye Türklerin değildir. Öncekiler
millettir. Türk, millet değildir. Türk, olsa olsa bir etnik grup veya ırktır
(her ne demekse)! Bugün -maalesef- Türkiye denilen kutsal topraklarda daha
birçok etnik grup vardır. Ve ne yapıp edip oraları biran önce medeniyete tekrar
kazandırmak gerekir. Herhâlde ilk hedefimiz 1919’da de facto (fiilen) gerçekleştirilemeyen bu Eski Yeni Ortadoğu
projesini şimdi de jure (hukuken)
gerçekleşmektedir.
***
Anadolu’nun doğusuna medeniyet getirme teşebbüsü Birinci Dünya
Harbi’nde Ruslardan geldi. Ermeniler örgütlendi, silahlandırıldı ve
Balkanlar’ın Hrıstiyan halkları gibi etnik temizliğe başladılar. Önce tıpkı
Balkanlar’daki gibi başarılıydılar. Meselâ Van’ın tamamını temizlediler. Ancak
tamamlayamadılar ve 1915 yaşandı. Verdiği rakam ne derece doğrudur bilinmez ama
Orhan Pamuk’un bu topraklarda ölen Kürt ve Ermeniler için söyledikleri
doğrudur. O yıllarda, önce Pamuk’un Ermenileri Türkleri ve Pamuk’un Kürtleri
öldürdüler; sonra da Pamuk’un Kürtleri Pamuk’un Ermenilerini.
Tarihten ibret almalı ve bir dahaki sefere aynı toprakları iki ayrı
gruba vadetmemeliyiz. Anadolu’nun batısına medeniyet getirme teşebbüsü de
bildiğiniz gibi akim kaldı. Velhasıl Ortadoğu’nun yeniden fethi gerekmektedir.
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin varlığı böyle bir gerekliliğe dayanır. Bu
medeniyetimizin asırlardır süre gelen büyük savaşıdır…
***
Bu Türkler gerçekten dünyanın başına belâ. Şimdi de azınlıkları
kovdukları ortaya çıktı. Düşünüyorum da Ermeni’ydi, Rum’du, Türklerin
zulmettiği her “etnik grup”tan tek tek özür dilemek yerine hepsini birden
halletmenin bir yolunu bulsak. Bu kadar faşizanlığın üstüne son bir tanecik
daha yapıp Türkleri toptan bu topraklardan sürüversek.
Bütün Türkleri kovmaya da gerek yok. Meselâ Ahmet Türk kalabilir.
Orhan Pamuk, Baskın Oran gibi “aydınlar” da. Zaten bu böyle büyük bir etnik
temizlik gerektirmiyor. “Ne mutlu Türk’üm diyene” ve “Türk’üm, doğruyum,
çalışkanım…” gibi faşizan ifadeler kaldırıldıktan birkaç nesil sonra nasıl
olsa, “Evet, ben Türk’üm, kalkıp gideyim bari” diyecek pek kimse kalmayacaktır
geride. Anadolu’nun boşalma tehlikesi de yoktur. Avrupa Birliği’ndeki
müttefiklerimizin ve onların Türkiye’deki dostlarının verdiği azınlık
sayılarını alt alta koyup topladığımızda nüfusumuz zaten 120 milyonu geçiyor.
Böylelikle o kadar problem birden çözülür ki… Kıbrıs diye bir mesele
kalmaz; dünya da biz de rahat ederiz. Avrupa Birliği’ne girmek de bir hamle
hallolur. Hatta bakarsınız Avrupa Birliği bize girer. Ermenistan sınırı
açıldıydı, kapandıydı da biter. Karabağ umurumuzda olmaz. Sahi belki “ben
Türk’üm” diyenleri Azerbaycan’a yollarız. Oradakiler kendilerine Türk diyor ya.
Biz de birkaç yıl sonra topuna birden “Azerî” deriz.
Bu fantezi tabi… (İnşallah öyledir.) Fakat o kadar fantezi olmayan bir
yol daha var. Eğer Türkiye’de yaşayanların aslında otuz kırk etnik gruptan
ibaret olduğuna, bir milletten bahsedilemeyeceğine, etnik grupların üstünde,
millet değil, olsa olsa “vatandaşlık”, yani bir pasaport bürokrasisi
bulunduğuna insanları ikna etmek. Böylelikle millet gider, kavga biter. Türkiye
ulus-devlet değil, bir etnik mozaik olur. Dubai Havaalanı’nın transit salonu
gibi bir şey…
***
Bu Türkler, bin yıl kadar öncesinden başlayarak önce Rumeli’yi, sonra
da Anadolu’yu Türkleştirdiler. Batılı ve medenî bir millet olmadıkları için, bu
Türkleştirme sırasında yerli halkı yok etmeyi akıl edemediler. Hâlbuki
İspanyolların Müslüman ve Yahudilere, Amerikalıların yirmi milyon yerliye
yaptıkları gibi yapsalardı, bu işgali geri püskürtmek mümkün olmayabilirdi.
Bunu düşünemediler ve temizlik hiç de zor olmadı. İlk işgal ettikleri Rumeli
birkaç yıl içinde pir ü pak oluverdi. Ve -Alev Alatlı ustamızdan öğrendiğimiz-
Ernest Renan’ın tahminindeki gibi Türkler bunu artık hatırlamıyor bile. Hatta
Ernest Renan bile bu kadarını düşünememişti; kendilerini temizleyenlerden bir
de özür diliyorlar. Bu ırzına geçilen kadının, mütecavizin yüzünü tırnakladığı
için özür dilemesine benziyor.
***
Almanya’da oturan bir kişinin veya bir Alman vatandaşının, eşine Alman
vizesi verilebilmesi için Almanca bilme zorunluluğu getirildi. Vizeyi alabilmek
için Almanca devlet sınavından geçmek gerekiyor. 2007 ortasında yürürlüğe giren
yeni Göç Yasası’na göre yeni gelin veya damadın dil sınavına ilâveten 900 saat
“uyum kursu” görmesi de şart.
Bu zorunluluk her millet için geçerli değil. Eğer gelin veya damat AB
üyesi bir ülkedense, Almanca bilmese de oluyor. Bunu tahmin etmişsinizdir.
Fakat Avustralya, İsrail, Japonya, Kanada, Kore Cumhuriyeti, Yeni Zelanda ya da
Amerika Birleşik Devletleri vatandaşıysanız da gerekmiyor. Bunları herhalde
tahmin edemezdiniz.
Uyumun diplomatik adı “entegrasyon”. Bundan tabiatıyla Türklerle
Almanların entegrasyonu değil, Türklerin Almanlara entegrasyonu kastediliyor.
Yine diplomatik bir gayret, “entegrasyon” yerine “asimilasyon” kelimesini
kullanmamak… Fakat bu her zaman başarılamıyor. Meselâ Sosyal Demokrat
Partiliİçişleri Bakanı Otto Schily’nin 27 Temmuz 2002’deki şu demeci bu
örneklerden biri: “Asimilasyon,
entegrasyonun en iyi şeklidir.”
***
Şimdi bakalım, dünya nerelere gidebilir?
Bundan yirmi-otuz yıl önce dünya kesinlikle proleter diktatörlüğüne
doğru gidiyordu. Bu, tarihin önünde durulmaz akışıydı. Proleterlerin birleştiği
dünyada millet yok olacaktı. Devlet gereksiz hâle gelecek ve sönüp gidecekti.
İsterseniz orijinal ifadeyi kullanalım: “wither away” eyleyecekti… Bu gidiş
“bilimin kesin öngörüsü” idi ve ancak aptallar buna direnmeye çalışırdı.
Bugün dünya globelleşmeye doğru gidiyor. Bu, tarihin önünde durulmaz
akışıdır. Globalleşme ile milletler yok olacak. Milletler yok olunca da ulus
devlet haydi haydi yok olacak. Hatta bir süre sonra devletin kendisi de eriyip
buharlaşacak. Bu gidiş “bilimin kesin öngörüsüdür” ve ancak aptallar buna
direnmeye çalışır.
***
Tamam dedim… İşin sırrı burada. ABD, güvenlik deyince orduyu falan
değil, hatta özellikle ekonomiyi, eğitimi, diplomasiyi anlıyor. Nitekim
Obama’nın bu stratejiyi ilk açıkladığı Westpoint Harp Okulu konuşmasını
Milliyet, “Obama’nın yeni güvenlik stratejisi: Diplomasi” diye vermemiş miydi!
Yeni dünya düzeninde silâh yok; diplomasi var. Gerçi bu haberin altına
yorum yapan bir okuyucu, “Hiç sanmıyorum, hiç” yazmış ama o da muhtemelen benim
gibi aptallardan biridir… Üstelik globalleşen, milletlerin, devletlerin yok
olduğu dünyaya da bu yakışır. Hiç silâhlı kuvvetlerle, polisle güvenlik olur
mu? (Hatta güvenlikle güvenlik olur mu? Hırsızları öpmeli, katillere
sarılmalıyız. Yoksa onlar mı bizi öpecekti? Karıştırıyorum…)
***
Stratejinin “Ne?” sorusu böyle cevaplanıyor: Güvenlik stratejisi,
ABD’nin silâhlı kuvvetlerden eğitime, sağlıktan ekonomiye dünya liderliğine
odaklıdır.
STRATFOR firmasının başı George Friedman’ın “Bundan Sonraki Yüz Sene”
kitabının ana teması da buydu… ABD, 20. asırda dünya lideri olmayı başarmıştı;
bunu 21. asırda da sürdürmelidir. Bu bizim nesillerin içine doğduğu eski iki
kutuplu dünya değil. Tom Friedman’ın global, kutupsuz düz dünyası da değil. Bu,
tek kutuplu bir dünya, isterseniz bir ‘monopol’. Böyle olunca da o tek kutbun
kutbu ABD, kendini dünyanın her yerinden sorumlu hissetmektedir. Hani Hz. Ömer,
Fırat kıyısındaki koyundan kendisini sorumlu hissedermiş ya… ABD orası kendi
ülkesi olmasa da o koyundan da, onun müstakbel yavrularından da, Fırat’ın
suyundan da ve hele hele Fırat boyunca çıkan petrolden de kendisini sorumlu
hissetmektedir. Fırat’ın koyununa, suyuna ve petrolüne İran’ın nüfuz edip
etmemesi baş meselesidir. Bunlar ABD’nin dünya liderliğini, ABD’nin liderliği
de güvenliğini doğrudan ilgilendirmektedir.
***
Sağlanan imkânlarla çeşitli ülkelerden gazetecilerin ABD’ye
getirilerek eğitildikleri, ABD medya kuruluşlarında staj yaptıkları
belirtiliyor. Eğlenceli operasyonlar da var. Meselâ Ürdün’de, Açık Toplum
Enstitüsü, Ulusal Demokrasi Fonu-NED ve UNESCO’dan destek alan ammannet.com,
hükûmetin yayınını sansürlediği bir muhalif gösterinin içine girmiş,
göstericilerle canlı mülâkat yapmış, ses kayıtları internet ile Ürdün dışına
çıkarılmış ve sonra tekrar Ürdün’de yayımlanmış. Böylece Ürdünlüler, ilk kez
radyodan bir muhalif gösteriyi canlı dinlemişler.
Merkezî Avrupa Medya Girişimi (CEME), fonların desteklediği bir başka
kuruluş. Romanya’da editör ve gazeteciler için bir Medya Üniversitesi kurmuş.
Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Ukrayna’da 15
istasyonu var. Kuruluşun başkanı, “CEME başarısını, on yıllarca bağımsız
medyadan mahrum kalan bölgeye bağımsız haber sunmaya borçludur” dedikten sonra
Türkiye, Sırbistan, Bulgaristan ve Makedonya’ya açılacaklarını bildirmiş.
Yani?
Yanisi şu: Medya, “topyekûn güvenlik” anlayışında merkezî ağırlığa
sahip.
***
STK’nın İngilizcesi, “Hükümet Dışı Teşkilâtlar” (NGO: Non Government
Organization). Fakat görüldüğü gibi bunların bir kısmını bizzat hükûmetler
teşkilâtlandırıyor. İnternet ansiklopedisi Wikipedia bunlara, Hükûmetçe
Teşkilâtlandırılmış STK = Government Organized NGO = GONGO diyor.
***
“Arap Baharı” aslında Ukrayna ve Gürcistan’da başladı. O tarihte ne
Arap’tı ne de bahar.
Tarih boyunca siyaset, maddî unsurlar kadar fikirlere ve duygulara da
dayanmıştır. Maddî unsurlar ekonomi, coğrafya ve askerî güçtür. Fakat
kimlikleri belirleyen, idealleri ateşleyen, insanları bir araya getirip
harekete geçiren fikirler mevcut değilse maddî unsurlar cansızdır.
Rus siyasetine Vatikan’ın tesiri tartışılırken Stalin’in, “Papa’nın
kaç tankı var?” dediği meşhurdur. Fakat Sovyetler Birliği’ni Avrupa’da çökerten
unsurlardan biri de Papa’nın o olmayan tanklarıydı. Leh Valesa, ülkesinde
komünist diktaya ilk darbeyi vuran belgeyi imzalarken kaleminin arka ucundaki
kocaman Polonyalı Papa John Paul bebeğini – yaşınız müsaitse – hatırlarsınız.
Aynı günlerde Sovyetler’e coğrafyasının öbür ucunda kan kaybettiren ve sonunda
Asya’daki ilk yenilgiyi aldıran da bir başka din, Afganistan’daki Müslüman
mücahitlerdi.
***
Daha gerilere gidelim. Çin bin yıl Budizm’in Konfüçyüs devletine
sızmasına karşı mücadele etmiştir. Budizm’in Çin’deki silâhı Avrupa’dan asırlar
önce kullanılmaya başlanan matbaa idi. Bu mücadelede Budizm mağlûp oldu.
Konfüçyüs’ü ancak 20. asırda komünizm hükümranlık tahtından indirebildi… (mi?)
Avrupa matbaayı yeniden keşfettiğinde de bu keşif, bir başka din – siyaset –
fikir hareketine, Protestanlığa silâh oldu.
Denilir ki, merkezdeki Bağdat’taki Sünnî devlet, Şia’nın ateşli
propagandası karşısında zaafa düşünce aynı ateş ve güçte karşılık verebilsin
diye Orta Asya’dan gelen Türk dervişleri sahaya sürmüştür.
Yavuz’un bir an önce savaşa tutuşup işi bitirme arzusunun temelinde
Şah İsmail’in fikirlerinin Anadolu’da yankı bulması yatar. Hatayî mahlası Şah
İsmail o kadar etkilidir ki, onu Çaldıran’da yenen yeniçeri arkasından “Biz sana n’ittik şahım” diye dövünen
şiirler yazmıştır.
***
“Gizli İknacılar”, geçen asrın ortalarının önemli kitaplarından biriydi.
1950’li yıllardan itibaren televizyon en etkili iletişim aracı oldu. İletişim
iki taraflılık ima ediyor. İki taraflı olan telefondur, İnternet’tir. Gazete ve
televizyon tek taraflıdır. Siz cevap veremezsiniz, sadece onlar konuşur. Onun
için eski “kitle iletişim araçları” aslında “iletim araçlarıdır” ve tek
taraflıdır. Tıpkı kitle imhâ silahları gibi!
Televizyonun kral olduğu o çağda kamuoyunu etkileme uzmanlığı da büyük
reklam şirketlerindeydi. Bunlar çamaşır deterjanını da politikacıyı da gayet güzel
ambalajlayıp satıyorlardı. İkinci fonksiyona reklam değil, “image maker”lık
deniyordu. Her iki – aslında tek – iş kolu günümüzde de varlığını sürdürüyor.
***
Türkiye’de bir grup, uluslararası kuruluşların da desteğiyle şu
iddialarda bulunmaktadırlar:
- Anayasada milletten, milliyetten söz edilmez.
- Anayasalarda “ideoloji” olmaz.
- Anayasalarda dinî referanslar olmaz.
İddialara dayanak gösterilme ihtiyacı bile hissedilmemektedir. Tavır
şudur: “Bu böyledir! Dünya bu yöne gitmektedir! Siz de bu yöne gitmek zorundasınız!”
Bu emredici tutumun siyasî ve ideolojik yönlerini başka bir yazıya bırakarak
tespitlerimizi sıralayalım:
- Dünya anayasalarının büyük çoğunluğunda millet ve milliyet vardır ve ön plandadır. Bunu, “Türklük bahsinin bilimsel sakıncaları!” bölümünde ayrıntısı ile inceledik.
- Dünya anayasalarının çoğunda devletin ideolojisi, değerleri belirtmektedir ve ön plandadır.
- Dünya anayasalarının çoğunda kutsala atıf vardır. bir kısmında da mezhep ve kilise seviyesine kadar ayrıntıya girilmektedir.
O halde iddia sahipleri Türkiye’ye dünyada sık rastlanılmayan bir
anayasa istemektedirler. “Dünya
anayasaları böyle. Dünyaya yanılmaz. O hâlde bizimki de böyle olmalıdır.” diyemezler.
“Şu anda dünya anayasaları böyle değil
ama dünya bu yöne gidiyor” gibi bir iddiaya da dünyanın karnı tok
sanıyorum. Gerçekten de dünya anayasaları pek kehanete dayanmamaktadır. Belki
Çin Halk Cumhuriyeti anayasası hâriç. Onda hâlâ bilimsel sosyalist kehanetin
izlerine rastlanıyor.
***
O zaman makul bir tartışma yapabilmek için, Sarkozy’nin ölümsüz
entelektüel ifadesiyle, “kediye kedi demek” gerekmektedir:
- Dünyanın anayasalarında öyle olmasa da Türkiye anayasasında millete ve milliyete atıf yapılmalıdır, çünkü…
- Dünyanın anayasaları öyle olmasa da Türkiye anayasasında ideolojiye, değerlere yer verilmemelidir, çünkü…
- Dünyanın anayasaları öyle olmasa da Türkiye anayasasında kutsala atıf yapılmamalıdır, çünkü…
Tabii, okuyucularım tahmin etmiştir, bunları söyleyen, cümleleri de
tamamlamak zorundadır.
Belki yararı olur… Cümleler şöyle tamamlanabilir:
Birinci cümle: Dünyanın
anayasalarında öyle olmasa da Türkiye anayasasında millete ve milliyete atıf
yapılmalıdır, çünkü Türkiye’de Türk milletinin egemenliğini istemiyoruz. Hatta
“egemenlik” sözünü bile duymak istemiyoruz.
İkinci cümle: Dünyanın
anayasaları öyle olmasa da Türkiye anayasasında ideolojiye, değerlere yer
verilmemelidir, çünkü mevcut anayasadaki 1924 ideolojisini sevmiyoruz. Onun
yerine daha iyi bir ideoloji koyana kadar, hiç olmazsa ideolojisiz kalsın.
Üçüncü cümle: Dünyanın anayasaları
öyle olmasa da Türkiye anayasasında kutsala atıf yapılmamalıdır, çünkü sizin
kutsalınız AB ve ABD’nin kutsalı değildir. Papadan, Ortodoks Kilisesi’nden veya
Protestanlıktan bahsetmeyeceğinize göre dinden imandan hiç söz açmamanız en
iyisidir.
***
Uğun dünya birinci emperyalist dönemdeki gibi tek kutuplu değil. “Tek
medeniyet” maddî tekel avantajını kaybetmiştir. Soğuk Savaş dönemindeki gibi
iki kutuplu da değil. Çok kutupludur. Önceki bölümlerde sıkça üzerinde
durduğumuz, Amerika’nın tek kutuplu bir dünyadan bahsettiği stratejisine rağmen
böyledir. Huntington bir-bir buçuk asır önce yaşasaydı medeniyet ile
barbarların çatışmasından bahsedecekti. 21. asrın eşiğinde aynı duyguları “medeniyetler
çatışması”yla ifade edebildi. “The medeniyet”, “Le medeniyet” değil,
“medeniyetler” dedi. Minnettarız.
***
“Tanrı’nın devlet güneşini Türk
burçlarında doğurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün
tengrilerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi,
onları herkesten üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla
birlikte çalışanı ve onlardan yana olanı aziz kıldı… Derdini dinletebilmek ve
Türklerin gönlünü almak için onların dilleri ile konuşmaktan başka yol yoltur.”
“And içerek söylüyorum ben
Buhara’nın sözüne güvenilir imamlarının birinden ve başkaca Nişaburlu bir
imamdan işittim, ikisi de senetleriyle bildiriyorlar ki, yalvacımız kıyamet
belgelerini, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya
çıkacaklarını söylediği sırada Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun
sürecek egemenlik vardır, buyurmuştur.”
“bu hadis doğru ise, günahı
boyunlarına olsun, Türk dilini öğrenmek vacip bir iş olur; yok bu hadis doğru
değilse akıl da bunu emreder.”
(Kaşgarlı Mahmut – Divanu
Lügati’t Türk)
***
Göktürk Yazıtları, siyasî nutuktur, nasihattir, tarihtir. Siyasî liderlerin
yöneticilere, halka ve gelecek nesillere hitabıdır. Şüphe yok ki bunların o
günkü muhatapları Türk beylerinin Çin adları almasından mustarip oluyor, kağan
“Kendine dön!” dediğinde ne demek istediğini anlıyordu.
Kaşgarlı’nın sözlüğe girişi Türk milleti lehine bir propaganda
mesajından ibarettir. Şüphe yok ki bir “Türk milleti” vardır, kuğu olduğunun
farkındadır, başkaları da fark etsin diye Mahmut’un ağzından konuşmaktadır.
Hüdavendigar, hakikaten “Türk erliğin gösterem!” demiş midir?
Muhtemelen demiştir ve bundan ne kastettiğini kendi de etrafı da anlamıştır.
Dememişse de yüz yıl sonra Hakan’a takdim edilecek bir metne bunu yazan Neşrî
de okuyacak olan Bayezid han da “Türk erliğin” ne olduğunu bilmektedir.
Sevgili Türk sosyologlar. Özellikle millet, milliyet konularında
milletlerarası üne sahip olanlar! Bu metinleri dikkate almak zorundasınız.
Yabancı meslektaşlarınız bunlardan habersiz olabilirler. Ama siz haberlisiniz
ve bunları ele almak bilim namusu gereğidir. Sonra tespitlerinizi lütfen biz
fanilere de anlatın. Deyin ki, evet, Türklerde (ve belki Asya steplerinde,
Çin’de ve Japonya’da) millet, Avrupa’dan binlerce yıl önce teşekkül etmiştir.
Veya deyin ki, “Hayır, yanılıyorsunuz. O metinlerin şöyle, şöyle izahı vardır…”
Fakat lütfen görmezden gelmeyiniz, susmayınız.
***
Milliyetçiliğin müspetinden, menfisinden, pozitifinden, negatifinden,
ayırıcısından, birleştiricisinden, ulusçusundan, ulusalcısından söz ediliyor.
Kötü milliyetçilik bol: Bölge milliyetçiliği, etnik milliyetçilik, ırk
milliyetçiliği, mezhep milliyetçiliği. İyi milliyetçilik konusunda pek fikrimiz
yok, çünkü kötülerini sayanlar, sıra iyisine gelince ya vakit dolduğu için bunu
ileriki yazılara bırakıyorlar.
Akla, malûm Bektaşi fıkrası geliyor. Sofu hocaya bir çocuk “Allah
nerededir?” diye sorunca hoca başlamış… “Yerde değildir, gökte değildir,
yukarıda değildir, aşağıda değildir…”. Bektaşi dayanamamış, “hadi hadi” demiş,
“yoktur diyeceksin de bir türlü dilin varmıyor”.
***
Seçmenli siyasîlerin şartları farklı. Türkiye’de “milliyetçilik”
halkın zihninde son derece olumlu bir konuma sahip. O kadar ki, seçmen
siyasîleri “ne kadar milliyetçi?” diye değerlendiriyor. Ne kadar milliyetçi ise
o kadar iyi diye düşünüyor… Türk seçmeninin büyük çoğunluğu için
“milliyetçilik”, dayanışma, birlik ve her şeyden önce “biz” demek. Bizim
milliyetçiliğimiz de budur zaten…
Aşağı sakal, yukarı bıyık… Hem halkın gözündeki yerinizi korumak hem
de GONGO desteğini – aslında GONGO’ların G’lerinin, yani hükûmetlerin desteğini
– kaybetmemek istiyorsanız sık sık, “menfi milliyetçilik”ten bahsetmek iyi bir
strateji. Ve milliyetçilik derken asla milletin ismini telâffuz etmemelisiniz.
Böylece daha önce sözünü ettiğim “milletsiz milliyetçilik” veya “Türk’süz
milliyetçilik”le rahatlarsınız. TESEV’in tavsiyesi de buydu ya: Eğer anayasa ve
mevzuatın tamamında “Türk” yerine “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” koymak zorsa,
“Türk” demeden “milletimiz” ifadesi de kullanılabilir.
***
Tarihî tecrübemiz, ırkçılığın, milliyetçiliğimizin baş düşmanı
olduğunu gösteriyor. Bu düşmanlık iki türlü tezahür ediyor. Birincisi: Millet
yerine ırkı tuttuklarını sananlar, milleti millet yapan dil, tarih şuuru,
kültür mirası, dinî kültür ve inanç gibi değerlere karşı son derece hoyrat,
hatta tahripkâr ve “devrimci” davranıyorlar. İkincisi: Siyasî ümmetçilerden
Batıcı kozmopolitlere ve azınlık ırkçılarına kadar bütün milliyet aleyhtarları,
millî devlet aleyhindeki münakaşalarını millî devlet eşitti kavim devleti, ırk
devleti anlayışı üzerinden yürütüyorlar. Etnik mozaik saldırısı budur.
Peki, pozitif ve negatif milliyetçilikler?
Milletler ve milliyetçilikler, millet denilen toplum birimlerinin yan
yana yaşadıkları bir dünyada teşekkül eder. Bazı milliyetçiliklerde,
diğerlerini itme, “Biz öteki değiliz, biz ötekinden farklıyız, öteki bizden
aşağıdır” hisleri ağır basar. Avrupa’nın nasyonalizmlerinin çoğunda bu özellik
görülüyor. Gökalp ve onun Türkçülük anlayışında ise, iç çekim, millet
mensuplarının öz değerlerine bağlılığı ve bu bağlılık etrafında teşekkül eden
dayanışma, millî değer ve menfaatlerin savunulması hâkimdir. Buna pozitif
milliyetçilik diyebiliriz.
***
Tek insanın ömrü boyunca edinebileceği kavramlar ve toplayabileceği
bilgi son derece sınırlıdır. Tek insan yalnız başına taş devri medeniyetini
yakalayabilirse dâhi sayılmalıdır!
Tek insanın kendi başına toplayabileceği bilgi miktarını arttırmanın
iki yolu var: Çağdaşı olduğu diğer insanların bilgilerini paylaşmak ve daha
önemlisi, bir neslin edindiklerinin diğer nesle aktarılması.
***
Yazı ve atın ehlîleşmesi muhakkak ki bu iletişim engellerini büyük
çapta ortadan kaldırdı. Çatalhöyük’te yazı ve binek hayvanları olsaydı, hem
nesiller birbirlerine reçeteler aktarır, hem de tekniğin ulaşması için
Trakya’ya birilerinin göç etmesi değil, mektup göndermesi yeterli olur.
Dede Korkut sık sık sorar: “Çok yaşayan mı, çok gezen mi çok bilir?”
Asırlar sonra bu sorunun ne kadar anlamlı olduğunun şuuruna varıyoruz.
İlk yazılanlar, bir bakıma, toplumu ayakta tutacak bilgilerin nesiller
arasında aktarılmasının canhıraş çabasıdır. Din kitaplarından Göktürk
Kitabeleri’ne, Dede Korkut Kitabı’ndan Kutadgu Bilig’e kadar bu “nasihatler”in
“tecrübeler”in korunması gayretini görürüz. Geleceği tahmin bilgisi, yani bilim
de acilen yazıya dökülmek zorundaydı. Fakat yazı, üstüne yazıldığı nesne fizikî
olarak yer değiştirmedikçe yatay birikim görevini hakkıyla yerine
getirememektedir.
***
Türk tarihinin devlet ve hükûmet başkanlarını milliyetçiliklerine göre
sıraya koyarsak, Mustafa Kemal Atatürk en önde gelenlerdendir. Cumhuriyet
döneminde tartışmasız doruğa yerleşir. Birikim açısından da, uygulama açısından
da… Bu, hem milliyetçilerin hem Mustafa Kemal lehine yazılacak bir puan. Fakat
Atatürk’ten sonraki yokuş aşağı yolculuk da acıdır.
Bugünlerde, devletin zirvesinde milletin ve devletin adının bile tartışılabildiğini
görüyoruz. Burada biraz Batı’ya bakmakta yarar var: Siz hiç “Rus” yerine
“Rusyalı”, “Elen” yerine “Yunanlı”, “Alman” yerine “Almanyalı” denmesinin
teklif edildiğini duydunuz mu? Hoş, yabancı dillerin çoğunda bu memleket
belirten yapı yoktur. “Türkiyeli” sözü tercüme edilemez.
Etnisite ile milleti, millet ile ümmeti birbirinden ayıramayanlara
kalsa, okullarımızda asılması mecburi olan “Ey Türk gençliği!” başlangıçlı
hitabenin “Et Türkiye gençliği!” hâline çevrilmesi yakındır. Belki de hitabenin
tamamı uygunsuzdur ve toptan kaldırılması daha makuldür.
***
Meşhur hikâyedir… Ruslar ilerlerken yüksek politika icabı İsmet
İnönü’nün tutukladığı milliyetçiler Ankara Cezaevi’ndeyken, yine yüksek
politika icabı, daha önce, Ruslar çekilirken tutuklanan komünistlerle aynı
yerde kalmaktadır. Ankara valisi Nevzat Tandoğan cezaevini teftişe gelir ve
komünistlere şöyle çıkışır,
“Neymiş, komünizmi
getireceklermiş! Siz kim oluyorsunuz? Gerekirse biz getiririz!”
Bütün bunların garip, hatta komik olduğunu bugünkü değer ölçülerimizle
görüyoruz. Fakat o zamanların insanlarını bugünün ölçüleriyle yargılarsak
yukarıda tenkit ettiğimiz “hâkimane” tavrı biz de takınmış oluruz. Sadece
“nasıl”a bakalım… Belki o nasılı iyi belirlersek, şimdi ne yapılması
gerektiğini, daha da önemlisi ne yapılmaması gerektiğini daha iyi görürüz.
***
Biz ve bizden sonraki nesillere öğretilen tarihle biz, bu kayıpları,
“Tarih Atlası”ndaki bölgelerin renklerinin değişmesinden ibaretmişler gibi
hissettik. O tarihlerde toprak, su, gökyüzü yoktu. En önemlisi o renkli
bölgelerde asırlardır oturan insanlarımız yoktu. Sanki hiç olmamışlardı. Toplam
kaybımız altı milyona yakındır. Göçenlerden değil, katledilenlerden
bahsediyorum. 19. asrın son çeyreğinden 20. asrın ilk çeyreğine kadar altı
milyon! Kalan nüfusumuzun on milyon civarında olduğunu düşünürseniz, Batı
Türklüğü’nün üçte birinin yok edildiğini söyleyebiliriz.
Asrın ilk 22 yılının sonunda, her şey bitti sanıldığı bir anda, Türk
yeniden doğmaktadır. Fakat o doğuşun şartlarına bakınız. Çanakkale’de Türk
Ocakları’nın nesilleri yok olmuştur. Askerî Tıbbiye’nin sınıfları yok olmuştur.
Sakarya Zabit Muharebesi’nde zabitlerin şehadeti yetmemiş, Harp Okulu
öğrencileri şehit verilmiştir. Geriye, on milyon nüfuslu, fakat ancak onda
birinden azı okuma yazma bilen, okuma yazma bilenlerin de pek azı Devlet
İdaresi’nde görev alabilecek donanımda bir insan malzemesi kalmıştır. 1924’te
kapanan tek darülfünunun ilk üniversite olarak açılması için 1933’ü beklemek
gerekmektedir.
İşte bu şartlarda, bu insan sermayesi yokluğunda ilk el atılacak iş
millî devletin, eskisinin küllerinden yeniden yükseltilmesiydi. Cumhuriyeti
kuran milliyetçiler, başta Mustafa Kemal, yapılması gerekeni, belki bugünkü
siyasîlerden daha berrak bir şekilde gördüler. İlk iş, Türk dilinin ve Türk
tarihinin, öğretilmesiydi. Henüz Gellner kitaplarını yazmamıştı ama onlar bunu
biliyordu…
Yapılacak buydu ama, hangi kadrolarla?
***
Dilin millî birlikte temel unsur olduğunu biliyoruz. sebebi gayri
basit: Dil, hem mekân üzerinde hem de zaman boyutunda anlaşmayı sağlayan
araçtır. Siz on yılda bir yeni bir dil icat etmeye kalkarsanız, en üstün
başarınız, ancak on yıllık bir millet yaratmaktır. Bu nevzuhur milletin
çocuklarının büyüdüklerinde, “ben neyim?” tereddüdüne düşmeleri kadar tabii ne
olabilir? Bırakın binlerce yıllık bir edebiyatımızı, Atatürk’ün nutkunu önce
sadeleştirmek, sonra sadeleştirilmişini sadeleştirmek ve en sonunda da ikinci
suyundan tekrar sadeleştirmek zorunda kaldığımızı anlatırken Geoffrey Lewis’in
acı acı gülümsediğini hissedersiniz.
Dil kelimelerden ibaret değildir. Yıkım kelimelerin de ötesine
geçmiştir ve insanımız bunu kelimeler kadar açık görememektedir. İsmin hâlleri
Türkçeye hastır. Tamlama ekleri de Türkçeye hastır. Türkçeye has oldukları için
de ateş altındadır.
***
Peki durum vahim mi? Hayır… Tam tersine tahribatın sonuna gelindiğine,
hatta zenginleşmenin başladığına inanıyorum. Artık fikir hayatı beş-on kişinin
sultasında değildir. Belki yüzlerce yıldır süren Tandoğan sınıfı – evet, en az
Osmanlı’dan beri mevcuttur – yok olmaktadır. Şehirleşme ve ekonomik güçlenme
yükseldikçe Türk insanı da doğru konuşmaya, doğru yazmaya zorlanacak; bunları
yapabilmek için Türk diline hâkim olma mecburiyetini hissedecektir. Bu
insanların Türk edebiyatından başka gidecekleri yer yoktur ve Türk edebiyatı,
Orkun Kitabeleri’nden başlar, Yusuf Has Hacib’lerden, Gazneli Mahmut’lardan,
Fuzulî ve Bakî’lerden Yahya Kemal’lere uzanır.
***
En basit ve en sık karşılaştığımız
yanlış, ‘de’ ve ‘ki’lerin ayrılması-ayrılmaması. Bu işin ilköğretimde bitmesi
gerekirdi. Ama bırakın ilköğretimi, geçenlerde bir rektör adayımız gönderdiği
“beni rektör seçin” yazısında bunları yanlış ayırıp birleştiriyordu. (Allahtan
kaybetti. Ama az farkla.) Öyle rektör adayının, yöneteceği üniversitenin mezun
edeceği öğretmenin okutacağı öğrenci… Ne yapsın o zavallı?
***
İkinci bir yanlış grubu, cami, bayi, sanayi gibi kelimelerin ‘i’ hâli.
Bazı entelektüellerimiz bunların aslında iki ‘i’ ile yazıldığını sanıyor. Öyle
değil. Tek ‘i’ ile yazılırlar; az önce yazdığım gibi. Ama ismin i hali
gerektiğinde camisi, bayisi, sanayisi değil, camii, bayii, sanayii yazılır.
Çünkü bu kelimelerin sonunda Türk kulağının duyamadığı, alfabemizin de
yazamadığı bir sessiz harf vardır ve Türkçede, sessiz harfle biten kelimelerin
i hâlini elde etmek için sadece i eklemek yeterlidir. Aklınız basmadıysa,
basmıyor demektir. Öyleyse camisi, sanayisi, bayisi yazın. Ama “Sanayii Bakanı
falanca geldi” diye yazmayın. Belediyenizin caminize, “Yeni Camii” diye tabela
asmasına engel olun.
***
Üçüncü ve çok geniş yanlış grubu, anlamları dışında kullanılan
kelimelerdir. Bunların önemli bir kısmı İngilizce, öztürkçe gibi yabancı
dillerden geliyor. Genellikle fiyaka için kullanılıyor ama fiyaka yerine özenti
ve cehalet algısı yaratıyor. Bu bapta misalimiz bol ve bu, önceki iki bahis
gibi bir vuruşta halledilecek bir sıkıntı değil.
***
Türkoloji’nin aksakalı, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun her yıl,
üniversite birinci sınıf öğrencilerine beş kelimelik bir test uyguluyor. Beş
kelimenin kaçını biliyorlar diye… Kelimeler şunlar: ‘mürşit’, ‘pars’,
‘değirmi’, ‘iptidai’, ‘bön’ veya ‘alık’. Pek az öğrencinin bunları bildiğini,
arada çıkan birkaç bilen sayısının da yıldan yıla azaldığını tespit etmiş.
Besbelli bu bilmeyiş, kelimelerin etimolojisi ile de ilgili değil.
Ben de geçen yıl 250 civarında mühendislik fakültesi birinci sınıf
öğrencisine bu testi uyguladım ve sıfır çektim. 250 kişiden iki tanesi, parsın
‘bir hayvan’ olduğunu bildi. Bir tanesi de ‘mürşit’i, ‘mürit’le karıştırdı.
Fakat hemen tamamı ‘En hakiki mürşit
ilimdir’i biliyordu. Her ne demekse…
***
Rahmetli Mümtaz Turhan’a göre, bilim, gürül gürül akan bir suydu. O
suyun hemen yanı başında, Anadolu’nun susuz topraklarına benzettiği, Türk
çocukları vardı. Eğitim sistemimiz, o suyu o topraklara taşımak için kurulmuş
büyük bir çarktı. Hem personel sayısı hem maliyet açısından büyüktü. Gürültü
ile dönmekteydi. Fakat ihtişam ve gürültünün büyüsünden bir an kurtulup dikkat
ederseniz, çarkın suya temas etmediğini görürdünüz. Su orada, suya hasret
toprak orada, çark oradadır ama toprak susuzdur.
***
Üniversitelerin ne kadar parlak olduğuna girmeden önce bir şeyi
hatırlatalım. O 15 yaşındaki öğrencileri yetiştiren Millî Eğitim sistemimizin
mensupları da, öğretmenleri de bizim üniversitelerimizden mezundur. Dolayısıyla
sık duyduğum, “Ne yapalım? Öğrenci bize liseden zayıf geliyor.” mazereti
kesinlikle kabul edilemez. Ben de sıkça söylüyorum: Çünkü o zayıf öğrencileri
yetiştiren öğretmenler sizin eseriniz. Onları OECD veya AB’den ithal etmedik.
Siz eğittiniz, sizin eğittikleriniz öğretmen, müdür ve daha üst makamlara
geldiler. Özetle bu Millî Eğitim’i tepeden tırnağa siz kurdunuz.
***
Solcu olmama ve solculuk yapmama hatasını işlediği için pek ünlenmeyen
kıymetli sosyoloğumuz Orhan Türkdoğan Hoca bu sorulara aha yetmişli yıllarda
esaslı cevaplar veriyordu.
Yeni gelenler köyün, kasabanın cemiyetinden, değer ve geleneklerinden
kopuyordu. Fakat şehrin değer ve geleneği de onları kendine bağlayacak zaman ve
fırsatı bulamıyordu. Bu insanlar, büyük şehirleri gecekondu kuşaklarıyla sardı.
Türkdoğan’a göre köyün ve kasabanın bir kültürü ve olumlu anlamda bir
mahalle baskısı, bir edep ilkeleri sistemi vardı. Şehrin de, dünyanın her
yerindeki gibi köydekinden daha ince, daha rafine bir kültürü ve edebi vardı.
Bu iki gelenek ve değerler sistemi, köyünki ve kırınki, özde aynıydı.
Babaannemin, özellikle nazik kimselerden bahsederken, “İstanbullu”
dediğini hatırlarım. Bu ikamet yerine değil, tavır ve edebi belirten bir
kelimeydi.
***
12 Eylül’den önceki mücadelenin asıl aktörleri olan sol ve
milliyetçiler ezilince geriye, Yağmur Tunalı’nın tabiriyle Müsülmancılar kaldı.
12 Eylül bunları ezmemiş, hatta asıl tehlike diğer ikisidir, bunlar da denge
ağırlığı olsun diye teşvik bile etmişti. Bu kayıtsız şartsız bir teşvik değildi
ve “ince ayar” için tokat hazırdı ama zaman farklı işledi. 28 Şubat’a
gelindiğinde taşlar çoktan yerine oturmuştu. Laikçiler Müslümancılara karşı
harekete geçmeye karar verdiklerinde kendilerini “din aleyhtarı” konumunda
buldular ki tarihte bu konumdan galip çıkan olmamıştır.
***
Cipler bugün, eğer arazide kullanmıyorsanız, israf ve gösteriştir. Başınız
açıksa da öyledir, kapalıysa da öyledir. Altın takmayacağım diye gümüş alyans
takıp sonra şehirde cipe binmenin izahı yoktur. Zaten İstanbullu, Antepli,
Kayserili, Ankaralı veya oraların köylüsü, bunu yapmaz; ar eder, edep eder. Ama
onların İstanbul’a göçmüş torunları yapabilirler. Çözülme budur.
Unutmayın ‘Angaralı’ Vehbi Koç, zeytunî bir Doğan’a binerdi. Adanalı Sakıp
Sabancı’nın, Zürih’te bir ipek pijama aldıktan sonra göle bakarak yanındaki
dostuna, “Hayalimde Hacı canlandı. Bana ‘ulan… sen ipek pijama giyecek adam
mısın’ dedi” diye içlendiğini bizzat o arkadaşından dinledim. Dikkat edin. Kimin
burjuva, kimin yerli, kimin nevzuhur olduğu sandığınız kadar basit değildir.
Nefretinize mukayyet olunuz.
Yorumlar
Yorum Gönder