Üç
Medeniyet isimli kitap Ahmet AĞAOĞLU tarafından yazılmış olup, ilk baskısı 1927
yılında çıkmıştır. İkinci baskısı 1972 yılında T.C. Kültür Bakanlığı tarafından
yapılan kitabın üçüncü baskısı 2013 yılında Doğu Kitabevi’nin Tarih ve Uygarlık
Yazı Dizisi adlı serisinin ilk kitabı olarak yayınlanmıştır. Uzunca bir aradan
sonra tekrar basımı yapılan bu kitap; Üç Medeniyet, Din, Ahlâk, Fert, Aile,
Cemiyet, Devlet, Hükümet başlıklı bölümlerden oluşmaktadır. Eserin konusu ise,
dünya üzerinde yan yana yaşayan üç medeniyetten birisinin, yani Batı
medeniyetinin diğerlerine galip geldiğini ve dolayısıyla kurtuluşumuz için bu
medeniyeti olduğu gibi benimsemekten başka çare olmadığını göstermektir.
***
Küreselleşme
adı verilen süreç, Batı uygarlığı da dahil olmak üzere, bütün dünya kültür ve
uygarlıklarını tahrip ve yıkıma yönelmiştir. Yok olan değerler şüphesiz belli
manevi değerlerle sınırlı değildir; ekilebilir topraklar, içilebilir sular,
solunabilir hava, sürdürülebilir çevre, kamunun ortak kullanımına ait araziler,
mekanlar ve imkanlar gitgide azalmakta, son derece küçük bir zümrenin lehine
temerküz ve temellük edilmektedir. küreselleşmenin hızı ve nüfusu bütün
insanlığı tehdit eder bir boyut kazanmıştır. Amerikan modeli küreselleşmenin
kendisini zorla tüm insanlığa dayattığı bu sözde uygarlık, otobanlarıyla, beton
çılgınlığıyla, hız tutkusuyla, bireysel arzuları kışkırtan değerleriyle,
kırbaçladığı çılgın tüketim ve sahip olma hırsıyla, bütün insanlık değerlerini
maddeye, ranta, para ve güce indirgeyen süreçleriyle tahripkârlığını
sürdürüyor. Günümüzde Doğu-Batı çatışması içinde ortaya çıkan Batı dünya
egemenliği, geleneksel uygarlık yapılarının yok oluşunun ötesinde, insan-doğa,
insan-insan ilişkilerinden toplum-toplum ilişkilerine kadar çeşitli düzeylerde
karşıtlık ve itişmeyi öne çıkarmaktadır. Doğu-Batı çatışmasının aşılamaması,
bütün evrensellik ve küreselleşme savlarına karşılık uygarlıklar arası
farklılıkları ve çatışmayı geçmişten bu yana gündemde tutmaktadır.
***
Bugün
geldiğimiz tarihsel durakta sorun uygarlıklar arasındaki farklılıklar değildir.
Uygarlıklar arasındaki farklılıklar daha tarihin başlangıcından bu yana
benimsenmiştir. Farklılıkların çatışmaya dönüşmesi tarafların (özellikle de
Batı’nın) kendi egemenliğini evrenselleştirme, ilişkilerin denetimini ele
geçirme çabası nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Tarihte Doğu-Batı çatışmasının
nedeni, her uygarlığın öncelikle kendi varlığını korumak ve sürdürmek,
geleceğini planlamak için ilişkilerin denetimini ele geçirmek istemesidir. Bu
anlamda toplumlar arasındaki ilişkilerin denetimini ele geçirmek ve elde tutmak
hep hayati bir önemde olmuş, bu uygarlıklar arasındaki süreğen bir çatışmaya
yol açmıştır. Dünya tarihinin birliğini ve sürekliliğini sağlayan, bu çatışmanın
varlığıdır. Çatışmayı aşmak, belli uygarlık değerlerinin paylaşılması veya iyi
taraflarının alınmasıyla tek bir uygarlığın geçerli olması mümkün olmamıştır.
Batı, Roma İmparatorluğu’ndan bin dört yüz yıl sonra dünya egemenliğini yeniden
ele geçirebilmiştir. Günümüzdeki üstünlüğünün temeli de dünya egemenliğinden
kaynaklanmaktadır. Bu egemenliğe ortak olmadan, gündelik ilişkilere katılmakla,
Anadolu köylüsüne piyano çalmayı, çatak-kaşık kullanmayı öğretmekle, hamburger
yedirmekle, kısacası Batı ile yaşam tarzı ortaklığı sağlamakla Batı kimliğini
almak mümkün olmamaktadır. Batı, yeryüzünde kurmuş olduğu üstünlüğünü paylaşma
çabası içinde hiçbir zaman olmamıştır. Üstünlüğün, belirli bir hayat tarzı,
kılık-kıyafet, sanat-edebiyat, eğitim, bilim, endüstri gibi alanlarda elde
edilen gelişmelerle kazanılabileceği düşüncesi bugün gelinen noktada iflas
etmiştir. Batı’ya benzeme, onu taklit etme, üstünlük olarak tanımlanan belli
özelliklerini alma yolundaki girişimler küre-yerelleşme süreçlerinin egemen
olmasıyla temelsiz kalmıştır.
***
Bugün
aramızda Avrupa medeniyetinin üstünlük ve galebesini takdir etmeyen hemen
hiçbir anlayışlı insan kalmamıştır. Fakat bu üstünlüğü, o medeniyetin yalnız
bazı unsurlarına, meselâ bilim ve fennine bağlayarak, başka taraflarından vazgeçmek
isteyenler vardır. Başka bir deyişle, bu gibiler, Avrupa medeniyetinde görülen
birçok noksan ve hatta iğrenç taraflardan kurtulmak niyetiyle, o medeniyetin
bir süzgeçten geçirilmesini istiyorlar. Bu gibi fikirleri söyleyenler samimi
değillerse, cahiller mantığına uymak isteyenlerdir. Samimi iseler, medeniyetin
ne olduğunu hakkıyla takdir edemeyenlerdir. Yukarıdan beri kısaca söylediğimiz
düşünceler ispat ediyor ki, bir medeniyet zümresi bölünemez bir bütündür,
parçalanamaz. Süzgeçten geçirilemez. Galibiyet ve üstünlüğü kazanan onun
bütünüdür. Yoksa ayrı ayrı filan veyahut filan kısmı değildir. Avrupa sahasında
bilim ve fen başka çevrelerden ziyade gelişiyorsa, bunun sebepleri o çevrenin
bütününde aranmalıdır. Bugünkü Avrupa bilim ve fenni doğrudan doğruya kendi
şartlarının ve unsurlarının bir eseridir. Başka bir şey değildir.
***
Tarihinde
dinini en aşağı iki kere değiştirmeyen hangi millet vardır? Türkler meselâ
vaktiyle Şamanizm ve daha sonra birçok dinlere girdikten sonra İslamiyet’i
kabul etmişlerdir. Araplar’da İslamiyet’ten evvel birkaç dine mensuptular.
Zaten böyle olmayan bir tek millet yoktur. Ahlâk ve hukuka gelince, bunlar
mahiyetleri itibariyle bile değişiktirler. Daha dün fena ve çirkin sayılan bir
şey veya hareketin, aynı çevre içinde bugün iyi ve güzel sayıldığı, her gün
görülen olaylardandır. Hukuka gelince, hayatın devamlı olarak geçirdiği
değişiklikleri tespit etmek içindir ki bütün bu yasama meclisleri, bu
parlâmentolar bütün dünyaya kurulmuştur. Hukukunu değişmez sayan milletler donmuş
ve fosil haline geçmiş olan kavimlerdir ki onlardan burada söz edilemez. Az çok
ebedilik kokusu dilden geliyor. Fakat bu da gerçek ve genel değildir. Meselâ
bugün Slavcayı kabul etmiş olan Bulgarlar kendi eski dillerini kaybetmişlerdir.
Bunun gibi, bugünkü İngilizce, İngiltere’de yaşayan başlıca dört unsurdan
hangisine ait dilin devamıdır? Hangisi özel bir tarzda onu benimseyebilir?
Bununla beraber, bir milletin tarihinde en sağlam olan ve hemen değişmezlik
derecesine varan amil dildir; yani yalnız dildir ki mahiyeti değişmeden gelişme
özelliğini taşır. Demek ki, genellikle şahsiyet ve özlük denilen mefhum dille
beraber bir milletin maddi varlığından başka bir şey değildir. Her maddi
vücudun bir şahsiyeti vardır. Yani onu başka vücutlardan, başka eşyadan ayıran
tarafları vardır. Bu cihet bütün kâinatta ortak bir gerçektir; kâinatta aynılık
yoktur. Aynılık olmadıkça şahsiyet gereklidir; aynı taşın iki parçası tamamıyla
birbirinin aynı değildir. Şekil, terkip ve maddeleri bakımından aralarında
mutlak bir fark vardır. İşte bu fark bunların özelliklerini, şahsiyetlerini
gösterir. Aynı milletin çeşitli fertleri asla birbirlerine benzemezler. En
benzer olanların arasında bile büyük farklar vardır ki bu ayrılıklarla onların
şahsiyetleri kendisini gösterir.
***
Nasıl
güneş ışığı çeşitli muhitlerden geçerken çeşitli tayflar meydana getirir ve
çeşitli surette aksederse, tıpkı onun gibi aynı medeniyetin değişik birçok
belirtileri, müesseseleri, çeşitli milletlerin ruhlarından geçerken türlü şekil
ve renk alır. Her millet onlarda kendine has olan doğuştan şahsiyeti
aksettirir. Bu hususu her günkü müşahedelerimiz ve tecrübelerimizle tespit
edebiliriz. Alınız meselâ aynı medeniyete mensup, hatta aynı ırktan çeşitli
milletleri; aralarında hâkim ve açık olan olay aynılık değil, aksine olarak
şekillerin ayrılığıdır. Meselâ Ruslar, Almanlar, Fransızlar, İngilizler,
İtalyanlar aynı Ari ırkına ve aynı Batı medeniyetine mensupturlar. Fakat
aralarında ne kadar ayrılık var! Fransız damgası, İngiliz damgası, Alman
damgası. Aynı örneği İslam medeniyetine uygulayınız. Faslılarla Türkler,
Kürtlerle Araplar arasında özellik, damga bakımından ne kadar farklar vardır!
Aynı medeniyet bunların çeşitli ruhlarından geçerken türlü surette aksetmiştir.
Aslı bir ama şekiller çok… Ve işte bu şekil çokluğu, şu özellik milli
şahsiyettir, özlük denilen şey bundan ibarettir. Bu doğuştandır, mukadderdir,
isteğe bağlı değildir, ister istemez kendini gösterir. Hiçbir başkalarından
alış onu tehlikeye sokmaz. Aksine olarak, kendini göstermek için yeni sahalar hazırlar.
Milli
şahsiyeti yalnız hareketsizlik öldürür. Gerek fertlerde ve gerek milletlerde
hayat, ne kadar koyu ve kuvvetli ise, şahsiyette o nispette ziyadedir. Kalbinin
heyecanlarını yeni ahenklerle söylemeyen, zeka ve dimağın mahsulleriyle
insanlığı verimli kılmaya kudretli olmayan, faaliyetinin meyvelerini genel
pazara çıkaramayan cemiyetler hangi şahsiyetten, hangi özlükten söz edebilirler
***
Avrupa’da
meşrutiyet usulü demek, milli hâkimiyet demektir. Yani, milli iradenin her şeye
hâkim olması, milli iradenin olduğu her maddenin kesin bir emir olması
demektir. Orada milli meclisler milli hayatın herhangi bir kısmını düzenlemek
ve herhangi şekle sokmak hakkına sahiptir. Orada ‘’zamanın değişmesiyle
hükümler de değişir’’ kaidesine hakkıyla riayet edilerek herhangi kaideyi,
usulü lüzum görüldüğü anda değiştirebilirler.
Bizde
de böyle midir? Bizde gerçekten milli hâkimiyet var mıdır? Bizim millet
meclisleri hareketlerinde gerçekten serbest midirler? Birçok vazgeçilemez
ihtiyaçlar vardır ki bu meclisler korkudan yanaşamıyorlar bile. Çünkü
bilmiyorlar ki bir dinsizlik tufanı hemen kopar. Kaç kere bu zavallı millet ve
memleket bu müthiş tufanların dalgaları altında ezildi.
Bu
zihniyettir ki, kurtuluşumuz için çare sayarak aldığımız bütün müesseseleri ta
esasından bozarak, aslını değiştirerek yalnız iş göremez değil, hatta aksine
hareket eyleyecek bir hale sokuyor; faydalanmak yerine zarar görüyoruz. O zaman
sahte fikir adamlarımızdan mutaassıp ve cahil gelenekçilerimize kadar herkes
kınama dilini açarak gördüğümüz kusurları, aksi neticeleri hep o müesseselere
yüklüyorlar. Bunlar anlamıyorlar veya anlayıp da itiraf etmek istemiyorlar ki
kabahat o müesseselerde değildir, bizdedir; bizim dar kafalarımızda, kör
zihinlerimizdedir.
***
Bütün
vezirlerini öldürtmüş olan bir padişahtan, vezirlerin işlerinde kusur sayılacak
bir şey mi gördü, diye sordukları zaman, şöyle cevap veriyor:
‘’-Hayır
görmedim. Fakat benden çok korktuklarını anladım. Filozofların, yani Doğu
filozoflarının ‘’Ez ank’ez tersed biters ey hakim’’(Ey hâkim, senden korkandan
kork.) sözlerine uyarak hareket ettim ve öldürttüm.
***
Koca
ile karı arasındaki hukuk eşitsizliği, örtünme ve örtünmenin sebep olduğu
‘’kapalı’’ hayat, ailenin harem ve selâmlık arasında bölünmesi çocuğu sosyoloji
bakımından en önemli sayılan faziletlerin doğmasından yoksun ediyor. Ve bu
durum bizdeki egoizmin beslenmesi için pek müsait bir zemin hazırlıyor. Aile
teşkilâtımız ıslah edilip kadına çağdaş cemiyetlerdeki yer sağlanmaz ve kadın
sosyal hayata iştirak ettirilmezse, aile eğitimi ve etkileri sosyoloji
bakımından daima menfi bir mahiyette kalacaktır.
***
Ailede
ve okulda ezilmiş, din ve edebiyatın eğitici etkilerinden mahrum olan fertler,
genel hayata karışır karışmaz hükümetin ezici, sıkıcı ve öldürücü baskı ve
denetimi altına giriyorlardı. Bu şartlar içinde yaşayan fertler de içtimai
denilen iyi vasıflar nasıl meydana gelebilir? Her taraftan sıkılmış ve ezilmiş
ruhlar, kaplumbağa gibi, kendi kabuklarının içine saklanıyorlar. Herkes kendini
kurtarmaya çalışıyor. Böyle bir çevrede ferdi teşebbüsler, ferdi kahramanlıklar
beklemek boş yeredir. Çünkü, şahsi teşebbüs ve kahramanlıkların kaynağı,
kendine güvendir. Kendine güven ise, ferdi ilhamların yüksekliği ve içtimai
çevrenin elverişli olmasıyla doğar. Fakat fertlerde egoizm ne kadar derin ise,
şahsi beceriksizlik ve zillete tahammül de o derece geniştir. Biz bunun en
canlı misalini bu geçirdiğimiz son buhran sırasında gördük. (I. Dünya Savaşı
sonu.)
***
Fertsiz
cemiyet düşünmek, elsiz, ayaksız, başsız ve gövdesiz insan düşünmektir. Haksız
da vazife düşünmek bütün insanları hayvan yerine koymak değil midir? Artık bizi
çürütmüş olan bu gibi doğu prensiplerine son vererek etrafımızı kuşatan müthiş
hakikatleri görmeli ve hayatımızı ona uydurmaya çalışmalıyız. Unutmamalıyız ki,
bugün çağdaş cemiyetlerin hiçbirinde –evet kat’i olarak hiçbirinde- bir Sait
Molla’nın, bir Damat Ferit Paşa’nın, bir Ali Kemal’in, bir Mustafa Sabri’nin
yaşaması ihtimali kalmamıştır. Bizde bunlar yaşıyor ve hatta millet ve devlet
kaderi üzerinde etki yapabiliyorlarsa, sırf o yüzyıllardan kalmış ve millet
fertlerini boğan, öldüren istibdat pislikleri yüzündendir. Canlı, müteşebbis,
duygulu, onur ve gurur sahibi olan fertlerin bulunduğu bir çevrede, bu
gibilerin meydana çıkması tasavvur bile edilemez. Lâkin, aramızda bu gibiler
varken, bu millet ve devlet daima tehlike karşısındadır ve daima temeli
sallantıdadır. Bencilliğin, egoizmin yapmayacağı fenalık yoktur.
***
İlk
bakışta bile, ailemizin kurtuluş şekli, Türk cemiyetini türlerin ayıklanması
kanununun verimlerinden yoksun ettiğini gösterir. Bizde evlenecek erkek ve
kadının birbirlerine yanaşmaları, karşılıklı cazibeden ziyade, onların dilek ve
seçmelerinin dışında olan bazı amillere bağlıdır. Hele evlenmeden evvel; gerçek
sevgiden hiç söz bile edilemez. Çünkü, iki canlı arasında gerçek sevgi, ancak
birbiriyle uzun müddet görüşerek, gerek ruhları ve gerek kalpleri arasında tam
bir ahenk meydana geldikten sonra doğar. Bizim evlenmelerde bu gibi sevgiden
eser bile yoktur. Sokakta bir iki kere kadını görüp, ona sırf fizyolojik bir
cazibe duymak yetmez. Böyle bir cazibe, sevgi olmaktan pek uzaktır. Özellikle,
bir taraflı olursa. İki taraflı olsa bile, yine sevgi denemez. Çünkü insan için
sırf fizyolojik cazibe yetmez. Bir de zihni ve ahlâki ahenk gerektir. Bu ise,
yalnız uzun müddet devam eden ilgilerle, birbirini görüp tanımakla olur.
Halbuki bunlar, çok kere yalnız evlendikten sonra, birbirini tanır ve
öğrenirler. Birbirine yanaşma, tanışmanın sonucu değil, tanışma birleşmenin
sonucudur. Neslimiz gittikçe zayıflıyor, küçülüyor, mukavemeti azalıyor. Bu
olayı incelerken, birçok başka sebepler arasında, birinci derecede
ailelerimizin suni ve tabiata uymayan tarzdaki kuruluşunu da göstermelidir.
Bütün kâinata hâkim olan ve tabii yaşayan bütün cinslerin gelişmesini sağlayan
türlerin ayıklanması kanunu, bizde suni âdetlerle hükmünden yoksun edilmiştir.
Maddi ve manevi olarak, kuvvetli olanların birbirine yaklaşmaları yerine, evlenmeler
çok kere tesadüfe bağlı, ahenksiz ve uygunsuz oluyor. Ve sonunda yalnız cinsin
zarar görmesiyle kalmıyor, hayatın en önemli bir olayını tesadüfe bırakmış
fertlerin de felâketine sebep oluyor. Ne kadar insanın hayatı bu suretle
bozulmuş ve çığrından çıkmıştır. Ne kadar zavallı kız ‘’dışarı’’ atılmış, açığa
çıkarılmış ve bu merhametsiz hayatın pençesi içinde ezilip gitmiştir ve
gitmektedir. Kısacası, türlerin ayıklanması kanununun etkisinden yoksun
olmamız, bütünün olduğu gibi, şahısların da felâketine sebep olmaktadır.
***
Cemiyet
hayatının kuvvetlenmesine sebep olan amiller arasında, bir de felsefe ile
edebiyat önemli yer tutuyor. Birisi meydana getirdiği fikir, öteki de his
akımlarıyla fertleri birleştirir. Aralarında dimağ ve kalp birlikleri meydana
getirir. Ortak inançlar ve heyecanlar doğurup, bazen de pek geniş toplu
hareketlerin patlamasına sebep olur. Büyük Fransız İnkılâbının tarihini
okuyunuz, Mirabeau’dan Robespierre’e, Charlotte Corday’den Madame Rolland’a
kadar tufan gibi akıp taşan, taşkınlıkları içinde kendi amillerini bile boğup
mahveden inkılâbın bütün kahramanları, Voltaire’den, Diderot’dan Montesquie’den
ve özellikle Rousseau’dan ilham almışlardır. Montesquieu’nün meşrutiyet
hakkındaki ideallerinden ilham alan Girondin’ler, Rousseau’nun ateşli
dimağından fışkıran halk hükümeti alevleri içinde kahramanca ölüyorlar.
Montagnard’lar ise, bu Rousseau ruhunun alevinin fışkıran birer volkanıdırlar.
İnsan Hakları Beyannamesi’nde, aklı en yüksek mukaddes varlık addederek, onu
takdis eden mezhepler yaratmak gibi, bazısı muhteşem ve bazısı da gülünç ve
delice şekiller alan bütün o hareketlerin esaslarını Rousseau’da bulursunuz.
Fransa’yı kurtarmak niyetiyle zalim Marat’ın kalbine hançeri saplayan genç ve
güzel Charlotte Corday’e, huzuruna çıkan herkesi giyotinin baltasına misafir
gönderen inkılâp mahkemesinde tam bir metanet ve sükûnetle ‘’Ben daima
cumhuriyet taraftarıyım’’ dedirten, yine o fikir ve cereyanlarıdır. Bunun gibi,
Madamme Roland’a, ölüm gömleğini başına geçirirken, ‘’Ah güzel hürriyet! Senin
namına ne kadar cinayetler işleniyor’’ diye söyleten de aynı kaynaktır.
***
Bu
yüzyılda müziği olmayan bir millet, kalbi olmayan bir vücuda benzer. Avrupa’da
konservatuarlarla operaların; ortak duyguların beslenmesi, milli zevkin
incelmesi, toplu hayatın güzelleşmesi bakımından, büyük bir müddet için,
arasındaki sınıf, rütbe, servet farklarını unutarak ortak bir heyecan hayatı
yaşıyor. Bu saatlerin sayısı ne kadar artarsa, o fertler arasındaki duygu
ortaklığı ve beraberliği o nispette artar. Hele Wagner gibi, Alman tarihini
müziği ile dile getiren, Tchaikovsky gibi Rus duygularını müzik ile söyleyen
bestekârlar da yetişirlerse, müziğin topluma tesirleri en yüksek dereceye
ulaşır.
***
Osmanlı
tarihinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı Devleti’nin bünyesi
bir birlik halinde iken, yazık ki, zaman aşımı ile ve sırf devlet adamlarının
ihmalleri ve devletin mahiyetini anlamamaları yüzünden bu birliğin yerini bir
topluluk, bir milletler devleti zihniyeti aldı. Hıristiyanlara bahşedilmiş olan
bu müsaadeler, gitgide sanki anlaşmayla alınmış birer hak gibi sayıldığı için,
devletin dayandığı bünye sarsılmaya başladı, birlik bozuldu. Her cemaat,
kendini devlet içinde şahsi bir varlık sayarak, devlete karşı birtakım
imtiyazlardan, özel teşkilâttan söz edilmeye başlandı. Osmanlı Devleti’nin
yıkılması, gerçekte o günden sonradır.
***
Üç
yüz yıldan beri işbaşına geçmiş olan devlet adamlarının sicilleri incelenirse,
aralarında yüzde yirmisinin bile Türk olmadığı anlaşılır. Büyük bir kısmı o
kullardır ki, devleti kurmuş olan unsurla ilgisi olmayıp, sırf padişahlara
karşı gösterdikleri rezilce bağlılık sayesinde, çeşit çeşit hileler,
ikiyüzlülük, dalkavukluk ve cinayetlerle mevki ve makam sahibi olmuşlardır.
Bunların büyük bir kısmı ya dönem veya dönme asıllı olanlardır. Bunlar hiçbir
zaman, kanı ile, kalbi ile Türk’e olmamışlardır, Türk’ü anlamamışlardır.
Türk’ün sevinçlerine katılmamışlardır ve felâketli zamanlarda Türk’ü terk edip
gitmişlerdir ki pek tabiidir. Çünkü onları devlete bağlayan tel şey, padişahın
teveccühüdür. Bu teveccüh, herhangi bir sebeple ve özellikle bir felâketle
kayboldu mu, onları artık devlete ve millete bağlayacak bir amil kalmaz.
Milletleri devlete karşı isyan etmiş ve devletin temelini yıkmaya çalışan bir
Aramyan Efendi’nin, bir Aristidi Paşa’nın padişahtan kopardıkları nimetlerden
başka, devletle bir ilgileri olacağını tasavvur etmek için, budala olmalıdır.
Arap Hadi Paşa ile Arnavut Rıza Tevfik’in Sevr Muahedename’sini, elleri
titremeksizin, Türk namına imza etmeleri pek tabiidir. Onlar bir şey
kaybetmiyorlar ki… Aksine olarak, adları bu suretle de olsa, tarihe geçiyor ve
zaten milletçe Türk’e vurmuş oldukları darbeyi bu kere de şahsi bir imza ile
tamamlıyorlar.
***
Herhangi
bir kültürün iki cephesi vardır: Birisi göze çarpan dış cephesi; ki o kültürün
müesseseleridir. İkincisi gözükmeyen, fakat daha ehemmiyetli, daha kıymetli
olan iç tarafıdır ki kültürün ta kendisi, ta özü ve cevheridir. Bunlardan
birisini alıp da diğerini ihmal etmek, bilhassa ikinci kısmını ihmal etmek,
kültürü yine sakatlığa, kötürüme, akamete uğratmaktır.
Kaynak: http://www.sozkonusu.net/kitaplardan-onemli-notlar-uc-medeniyet.html
Yorumlar
Yorum Gönder