Tüfek, mikrop ve çelik- İnsan Topluluklarının Yazgıları isimli
kitap Jared Diamond tarafından yazılmıştır. Kitap 1997’de yayınlanmış olup;
Tüfek, Çelik ve Mikrop’tan bugüne kadar 100.000 adet basılmıştır. Türkçeye
çevirisi Ülker İnce tarafından yapılan kitap, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları
tarafından basılmıştır.
***
Tüfek, Mikrop ve Çelik’in konusu, son 13.000 yıl içinde farklı
anakaralarda karmaşık insan toplumlarının niçin farklı biçimde geliştiğidir.
***
“İleri
teknoloji, merkezi siyasal örgütlenme ve karmaşık toplumların başka
özellikleri, ancak yiyecek fazlasını biriktirme kabiliyetine sahip, yerleşik
nüfuslarda ortaya çıkabilirdi.”
***
Yerleşik nüfuslar nasıl ortaya çıktı? Yiyecek üretimine geçiş süreci nasıl başladı? İnsanlar “toplum” olma konumuna nasıl gelebildi? Sorularla dolu bir serüvendi Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabı.
***
İşte bu kitap için o cümle şu: ‘’Tarih farklı halklar için farklı yönde gelişti ama bu çevresel farklardan dolayı böyle oldu, o halkların biyolojik farklılıklarından dolayı değil.’’
***
Anlamak çoğu kez sonuçları tekrarlamak ya da ebedileştirmek
amacına değil, o sonuçları değiştirmeye çalışma amacına hizmet eder. İşte bu
yüzden psikologlar katillerin ve tecavüzcülerin ruhlarını anlamaya çalışır, toplumsal
tarihçiler soykırımları anlamaya çalışır, doktorlar hastalıkların nedenlerini
anlamaya çalışır. Bu araştırmacıların amacı cinayeti, tecavüzü, soykırımı,
hastalıkları haklı göstermek değildir. Tam tersine onlar, zincirleme nedenleri
anlayarak o zinciri kırmak isterler.
***
Örneğin, avcı/yiyecek toplayıcı toplumların üyeleriyle
karşılaştırıldığında günümüz sanayi ülkelerinin vatandaşları daha iyi sağlık
hizmetleri alıyorlar, onlar için cinayetten ölme tehlikesi daha az, daha uzun
yaşama şansları var ama öte yandan eş-dost ve büyük aile dayanışması gibi
toplumsal desteklerden çok az yararlanıyorlar. İnsan topluluklarındaki bu
coğrafya farklılıkları incelememin nedeni belirli bir insan topluluğunu bir
başkasıyla karşılaştırıp onu göklere çıkarmak değil, yalnızca tarihte nelerin
olup bittiğini anlamak.
***
Avrupa’nın Yeni Dünya’yı fethinde rol oynayan nedenler
zincirinin ilk halkasını saptama konusunda yol alındıysa da Afrika büyük bir
bilmece olarak kalmaktadır. Afrika ön insanların en uzun sürede evrimleştiği
kıtadır, anatomik olarak çağdaş insan belki de ilk kez ortaya çıkmıştır, sıtma
ve sarıhumma gibi yerlilere özgü hastalıkların Avrupalı kâşiflerin ölümüne yol
açtığı yer orasıdır.
***
İşte bu kitap için o cümle şu: ‘’Tarih farklı halklar için
farklı yönde gelişti ama bu çevresel farklardan dolayı böyle oldu, o halkların
biyolojik farklılıklarından dolayı değil.’’
***
İnsanlık tarihinde yazı ancak yiyecek üretiminin en erken
başladığı yerlerde sırasıyla birkaç kez birbirinden bağımsız olarak ortaya
çıkmıştı.
***
Bu yüzden de dünya tarihi öğrencisi için yazı olgusunu
incelemek, başka bir nedenler kümesinin, yani düşüncelerin ve icatların
yayılmasını kolaylaştırmada coğrafyanın oynadığı rolün, gün ışığına
çıkarılmasında yardımcı olur.
***
Doğal olarak, insanlar Asya’ya yerleştiyse Avrupa’ya da
yerleşmişlerdir, diye düşünürsünüz çünkü Avrasya tek bir kara kitlesiydi, arada
büyük engeller yoktu.
***
Avustralya’da henüz hala insan yoktu, nedeni çok açıktı
çünkü Güneydoğu Asya’dan oraya geçmek için gemi gerekiyordu. Amerika
kıtalarında da insan yoktu, insan olabilmesi için önce Avrasya kıtasının
Amerika’ya en yakın bölgesine (Sibirya’ya) insanların gitmesi ya da gemi
yapımcılığının gelişmesi gerekiyordu.
***
Cro-Magnonların bize kadar ulaşmış olan ürünleri arasında en
ünlüleri sanat ürünleridir: Olağanüstü güzel mağara resimleri, heykeller, bugün
de sanat olarak hayranlığımızı kazanan müzik aletleri. Güneybatı Fransa’da
Lascaux Mağaraları’nda normal büyüklükteki boğa ve at resimlerinin büyüleyici
gücüne kendi gözleriyle tanık olmuş bir kişi, bunların yaratıcılarının yalnızca
iskeletleri bakımından değil zihinsel olarak da çağdaş olduklarını hemen
anlayacaktır.
***
Öte yandan bazı fiziksel antropologlar yüz binlerce yıl önce
Çin’de yaşamış insanların kafataslarının, bugün Çin’de yaşayanlarınkiyle
benzerlik gösterdiğini, Endonezya’da yaşamış insanların kafataslarının da
bugünkü Avustralya yerlilerininkiyle benzerlik gösterdiğini düşünüyorlar. Bu
doğruysa, bu bulguya göre paralel evrimleşme oldu demektir ve bugünkü insanın
tek bir kaynağı yoktur, Cennet’ten değil, çeşitli bölgelerde çeşitli
kaynaklardan gelir. Bu konu henüz aydınlığa çıkarılmamıştır.
***
Bugünkü Polinezyalı insan topluluklarının hepsinin ilk
ataları aslında aynı kültüre, dile, teknolojiye, evcilleştirilmiş bitki ve
hayvanlara sahip olan insanlardı.
***
Çevre koşulları değişkenleri,1) Adalardaki iklim, 2)
Jeolojik yapı türü, 3)Deniz kaynakları, 4) Yüzölçümü, 5)Arazinin parçalanma
biçimi 6)Yalıtılmışlık.
***
Polinezya’da henüz daha insan yaşamazken Avrasya’da tam
olgunlaşmış imparatorluklar bulunuyordu.
***
Kısacası Polinezya bizim için insan toplulukları arasında
çevreyle ilişkili farklılıklara inandırıcı bir örnek oluşturur. Bu Polinezya’da
olduğu için böyle bir şeyin olabileceğini öğrendik. Kıtalarda da oldu mu acaba?
Olduysa, kıtalardaki çeşitliliğin kökeninde hangi çevresel farklılıklar
yatıyordu, bu farklılıkların sonuçları nelerdi?
***
Avrupa ve Amerika yerlileri arasındaki ilk ilişkilerin en
dokunaklısı, 16 Kasım 1532’de Peru’nun bir dağ kasabası olan Cajamarca’da İnka
imparatoru Atahualpa ile İspanyol fatih Francisco Pizarro arasındaki ilk
karşılaşmaydı.(…) Pizarro, Atahualpa’yı esir aldı. Pizarro savaş esirini sekiz
ay elinde tuttu ve onu serbest bırakma sözü karşılığında tarihin en büyük
fidyesini topladı. Fidyeyi -5 metre eninde, 7 metre boyunda, 2,5 metre
yüksekliğinde bir odayı dolduracak kadar altını- topladıktan sonra sözünü
tutmadı ve Atahualpa’yı öldürdü. (…) Pizarro’nun Atahualpa’yı esir almasında
rol oynayan etkenler, aslında çağdaş dünyanın başka yerlerinde yerli halklar
ile sömürgeciler arasındaki benzer çatışmalarda sonucu belirleyen etkenlerle
tıpatıp benzeşmektedir. Bu yüzden Atahualpa’nın esir alınış öyküsü dünya
tarihine büyük bir pencere açar niteliktedir.
***
Niçin Atahualpa’yı
Pizarro esir aldı? Pizarro’nun askeri üstünlüğü, İspanyolların sahip
oldukları çelik kılıçlar ve diğer kesici silahlardan, çelik zırhlardan,
tüfeklerden, atlardan kaynaklanıyordu. Atahualpa’nın, üzerine binip
savaşacakları hayvanları olmayan birlikleri bu silahlara ancak taş, bronz ya da
tahta sopalarla, topuzlarla, baltalarla karşılık verebilirlerdi, bunlara ek
olarak sapanları ve yorgan gibi zırhları vardı. Bu tür donanım eksiklikleri
Avrupalılar ile Amerikan yerlileri ya da başka halklar arasındaki çatışmalarda
belirleyici rol oynamıştı.
***
Amerikan yerlilerinin başlangıçta at ve tüfek diye bir şey
bilmediklerini kolayca unuturuz. Bunları oraya Avrupalılar getirdi ve bunları
eline geçiren yerli toplulukları bunlarla birlikte değişti. Bereket versin
Kuzey Amerika’nın ovalı yerlileri, Güney Şili’nin Araucania yerlileri ve
Arjantin’in pampalarında yaşayan yerliler, atları ve tüfekleri kullanmayı
öğrendiler de öteki Amerikan yerlilerine göre istilacı beyazlara karşı daha
uzun süre direnebildiler.
***
Avrupalı göçmenlerin 1713’te Güney Afrika’nın yerli San
halkını yok etmelerinde en büyük rol oynayan tek şey çiçek hastalığıdır.
***
(…) yiyecek üretimi tüfeklerin, mikropların ve çeliğin
gelişiminin dolaylı bir ön koşuluydu. Bunun sonucu olarak da, farklı kıtalarda
halkların çiftçiliğe ve hayvan yetiştiriciliğine geçip geçmeme ya da geçiş
zamanlarındaki coğrafi farklılıklar, bu halkların daha sonraki yazgıları arasındaki
benzemezlikleri büyük oranda açıklar.
***
Bu çıplak sayısal üstünlük yiyecek üreten kabilelerin yaban
hayvan ve bitkilerle geçinen kabileler karşısında kazandığı askeri
üstünlüklerin birincisiydi.
***
İnsanlarda görülen farklı salgın hastalıklar, evcilleştirmeye
elverişli yaban hayvanların ve bitkilerin çok olduğu bölgelerde baş gösterdi,
bunun bir nedeni çiftlik hayvanlarının ve ürünlerinin varlığının nüfus
kalabalıklığına kaynaklık etmesi, salgın hastalıkların da kalabalık nüfuslu
toplumlarda varlıklarını sürdürmeleriydi; bir başka nedeniyse hastalıkların
evcilleştirilen hayvanlardaki mikroplardan türemiş olmasıydı.
***
Bitkilerle hayvanların evcilleştirilmesi, işte böyle, yaban
hayvan ve bitkilerle geçinmeye hiç benzemeyen bir şekilde fazla yiyecek üretimine
yol açarak toplulukların nüfus yoğunluğunun artmasında doğrudan doğruya etkili
olmuştur.
***
Yiyecek üretiminin bağımsız olarak başladığı yer olmaya aday
bu dokuz bölge ( Batı Afrika?, Etiyopya?, Bereketli Hilal, Çin, Yeni Gine?,
Mezoamerika, Doğu Amerika Birleşik Devletleri, Andlar ve (?) Amazon Bölgesi)
arasında hem bitkilerin hem hayvanların en erken (kesin tarihleriyle, bitkiler
MÖ 8500, hayvanlarsa MÖ 8000 dolaylarında) evcilleştirildiği yer Güneybatı
Asya’ydı; ilk yiyecek üretimiyle ilgili olarak saptanmış sağlıklı pek çok
radyokarbon tarihi buraya aittir.
***
Yiyecek üretiminin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuş beş ana neden gösterebiliriz;
1- Yaban yiyecek bulmanın güçleşmesi.
2- Yaban av hayvanlarının tükenmesinin avcılığa daha az ödüllendirici bir duruma getirmesi gibi, evcilleştirilebilir yaban bitkilerin daha çok bulunur hale gelmesinin de bitkilerin evcilleştirilmesi yönündeki atılımları daha kazançlı hale getirmesidir.
3- Son aşamada yiyecek üretiminin dayanağı olacak olan teknolojik gelişmelerin birikmesiydi- yaban yiyecekleri toplama, işlemden geçirme ve saklama teknolojileri-.
4- İnsan topluluklarının nüfus yoğunluğundaki artışla yiyecek üretiminin ortaya çıkışı arasındaki iki yönlü ilişkidir.
5- Yiyecek üreticilerini nüfus yoğunlukları daha yüksek olduğu için, yiyecek üretiminin başka üstünlükleri (teknoloji, mikroplar, aylıklı askerler) bir yana, sırf sayı üstünlüğüyle yiyecek üreticileri avcı/yiyecek toplayıcıların yerlerini aldılar ya da onları öldürdüler. Başlangıçta yalnızca avcı/yiyecek toplayıcıların bulunduğu bölgelerde, yiyecek üretimine geçen topluluklar geçemeyenlere göre daha fazla çoğaldılar.
1- Yaban yiyecek bulmanın güçleşmesi.
2- Yaban av hayvanlarının tükenmesinin avcılığa daha az ödüllendirici bir duruma getirmesi gibi, evcilleştirilebilir yaban bitkilerin daha çok bulunur hale gelmesinin de bitkilerin evcilleştirilmesi yönündeki atılımları daha kazançlı hale getirmesidir.
3- Son aşamada yiyecek üretiminin dayanağı olacak olan teknolojik gelişmelerin birikmesiydi- yaban yiyecekleri toplama, işlemden geçirme ve saklama teknolojileri-.
4- İnsan topluluklarının nüfus yoğunluğundaki artışla yiyecek üretiminin ortaya çıkışı arasındaki iki yönlü ilişkidir.
5- Yiyecek üreticilerini nüfus yoğunlukları daha yüksek olduğu için, yiyecek üretiminin başka üstünlükleri (teknoloji, mikroplar, aylıklı askerler) bir yana, sırf sayı üstünlüğüyle yiyecek üreticileri avcı/yiyecek toplayıcıların yerlerini aldılar ya da onları öldürdüler. Başlangıçta yalnızca avcı/yiyecek toplayıcıların bulunduğu bölgelerde, yiyecek üretimine geçen topluluklar geçemeyenlere göre daha fazla çoğaldılar.
***
Bizim
yetiştirdiğimiz tohumlarla onların yaban ataları arasında çok açık bir farkta
acılık farkıdır. Yaban tohumların çoğu hayvanlara yem olmamak için evrimleşerek
acılaştı, tatları kötüleşti, hatta zehirli hale geldiler. Yani doğal seçilim
tohumlar ve meyveler konusunda ters yönde işledi. Meyveleri lezzetli olan
bitkiler hayvanlar aracılığıyla yayıldılar, ama meyvenin içindeki tohumun
tadının kötü olması gerekiyordu. Yoksa hayvan tohumu çiğnerdi ve tohum
filizlenemezdi.
***
Darwin’in
‘’doğal seçilim’’ terimi, aynı türün doğal koşullar altında birbiriyle yarışan
tekleri içinde hayatta kalmayı daha iyi başaran ve/veya daha başarılı üreyen
bazı tekleri için kullanılan bir terimdir.
***
Bitki
geliştirme ilkeleri, doğal seçilim yoluyla evrimin bugün bizim için hâlâ en
anlaşılır modeli olmaya devam ediyor.
***
Atın
Batı Afrika’nın ötelerine yayılmasına engel olan tek şey çeçe sineğinin
taşıdığı tripanozomiyaz hastalığıydı.
***
Yeryüzündeki
148 büyük yaban otobur memeli kara hayvanlarının-evcilleştirilmeye aday
türlerin- yalnızca 14 tanesi sınavı geçebildi. Neden geri kalan 134 tür bunu
başaramadı? Bunun yanıtı Anna Karenina İlkesi’nden çıkıyor. Evcilleştirilebilmek
için yaban adayın pek çok farklı özelliklere sahip olması gerekiyor. Bu gerekli
özelliklerden birinin bile eksikliği evcilleştirme çabalarını boşa çıkarıyor,
tıpkı mutlu bir evlilik kurma çabalarını boşa çıkardığı gibi. Zebra/insan
çiftine ya da başka uyumsuz çiftlere evlilik danışmanlığı oyunu oynayarak
evcilleştirmeyi engelleyen en az altı grup neden saptayabiliriz.
Bunlar;-Beslenme, -Büyüme Hızı, -Bir yere Kapatarak Yetiştirmenin Zorlukları,
-Kötü Huyluluk, -Toplumsal Yapı, -Korku ve Telaş Eğilimi.
***
‘’Çağrılanlar
çok ama seçilenler azdır.’’(Aziz Matta)
***
Bir
tarım bitkisinin hızlı yayılması yalnızca aynı yaban türün başka yerlerde
evcilleştirilme hakkını değil aynı zamanda onunla aynı aileden gelen yaban
türlerin de evcilleştirilme haklarını ellerinden alır.
***
Sfenksleri
ve piramitleri aslında Mısır kökenli değil Bereketli Hilal kökenli ürünleri
yiyen insanlar yaptılar.
***
Bereketli
Hilal’in ilk evcilleştirilen tarım bitkilerinin çoğunun bir daha başka yerde
evcilleştirilmediği açıkça ortada.
***
Yeryüzünde
doğu-batı doğrultusunda en uzun toprak parçası Avrasya’dır. Sonuç olarak,
Avrasya’nın doğu-batı ekseni, Bereketli Hilal tarım bitkilerinin İrlanda’dan
İndus Vadisi’ne kadar ılımlı enlem kuşağında tarımı hızla başlatmasına ve Doğu
Asya’da bağımsız olarak başlamış tarımı zenginleştirmesine olanak sağladı.
***
Haritaya
şöyle bir göz atmakla kolayca anlaşılabilecek enlemler üzerinde duruyorum çünkü
mevsimler, büyüme koşulları, yiyecek üretiminin yayılma kolaylığı üzerinde
belirleyici rol oynayan etmen bu. Ama elbette enlem tek etmen değil, ayrıca
aynı enlem üzerinde birbirine bitişik yerlerin (gün uzunluğu aynı olmasına
karşın) iklimlerinin aynı olması her zaman şart değildir. Bazı kıtalarda öteki
kıtalardakine göre daha sert olan toprak şekilleriyle ve ekolojiyle ilgili
engeller yayılmayı önleyen önemli birer unsurdur.
***
Kuşkusuz
tekerlek ve yazı, tarım ürünleri gibi enlemle, gün uzunluğuyla dolaysız olarak
ilişkili değildir. Özellikle yiyecek üretimi ve sonuçları yoluyla, dolaylı bir
biçimde ilişkilidir. İlk tekerlekler tarım ürünlerini nakletmek için kullanılan
öküz arabalarının birer parçasıydı. İlk yazı, yiyecek üreticisi köylülerin
desteğiyle ayakta duran seçkinler sınıfının tekelindeydi, ekonomik ve toplumsal
açıdan karmaşık toplumların (saltanat propagandası, mal envanteri, bürokrasi
kayıtları tutma gibi) amaçlarına hizmet ediyordu. Genel olarak tarım bitkisi,
hayvan varlığı, yiyecek üretimiyle ilgili teknoloji değiş tokuşu yapan
toplumların başka şeylerin değiş tokuşunu yapma olasılıkları daha yüksekti.
***
Eski
savaşların galipleri her zaman en iyi komutanlara ve silahlara sahip olan
ordular değil, çoğu kez yalnızca düşmanlarına bulaştıracak en berbat mikropları
taşıyanlardı.
***
Mikroplar
kişiden kişiye ve hayvanlardan insanlara sıçramanın çeşitli yöntemlerini
geliştirmişlerdir. Bir mikrop ne kadar iyi yayılırsa geriye o kadar çok yavru
bırakır ve doğal seçilim onun o kadar lehine işler. Hastalık
‘’belirtileri’’mizin çoğu aslında cin fikirli melun bir mikrobun vücutlarımızı
ya da davranışlarımızı, bize mikrop saçma görevini yükleyebilecek şekilde nasıl
değiştirdiğini gösterir.
***
Niçin
tarımın başlaması bizim bulaşıcı kalabalık hastalıklarımızın evrimini başlattı?
Bunun bir nedeni, daha önce sözü edildiği gibi tarımın, avcılık ve yiyecek
toplayıcılığına göre nüfus yoğunluğu daha yüksek toplumları besleyebilmesi
–ortalama olarak 10 ila 100 kat daha yüksek. Ayrıca avcı/yiyecek toplayıcılar
sık sık yer değiştirir ve geride mikroplarla, kurtçuk larvalarıyla dolu dışkı
birikintileri bırakırlar. Ama çiftçiler yerleşiktir, kendi lağım pisliklerinin
içinde yaşarlar, böylece mikroplar bir kişinin vücudundan bir başkasının içecek
suyuna kısa yoldan karışma olanağı bulur.
***
Hiç
kuşku yok ki Avrupalılar egemenlikleri altına aldıkları Avrupalı olmayan
halklar karşısında silah, teknoloji ve siyasal örgütlenme açısından büyük bir
üstünlüğe sahipti. Ama yine de çok az sayıdaki Avrupalı göçmenin Amerika
kıtalarındaki ve dünyanın başka yerlerindeki onca yerel nüfusu yok etmeye
başarmasını bu üstünlükle açıklayamayız. Avrupalıların öteki kıtalara
götürdükleri bu armağan olmasaydı- Avrasyalıların evcil hayvanlarla nicedir
içli dışlılığı sonucunda evrimleşmiş mikroplar olmasaydı- bunların hiçbiri
olmayabilirdi.
***
On
dokuzuncu yüzyıl yazarları genellikle tarihi, vahşilikten uygarlığa bir geçiş
olarak yorumlama eğiliminde olmuşlardır. Bu geçiş tarım, metal işleme
teknolojisi, karmaşık teknoloji, merkezi yönetim ve yazı gibi kilit önemdeki
gelişmelerin damgasını taşıyordu. Bunların içindeki yazı geleneksel olarak
coğrafi bakımdan en sınırlı kalmış olanıydı: İslamiyetin ve Avrupa
sömürgeciliğinin yayılışına kadar Avustralya’da; Büyük Okyanus Adaları’nda,
Afrika’da sahra’nın güneyinde, Mezoamerika’nın küçük bölgesi dışında Yeni
Dünya’nın bütününde yazı diye bir şey yoktu. Bu sınırlı dağılımın sonucu olarak
da uygar olmakla öğünen halklar her zaman yazıyı kendilerini ‘’barbarlar’’dan
ya da ‘’vahşi’’lerden üstün kılan en önemli ayırıcı özellik olarak
görmüşlerdir. Bilgi güç demektir. Bu yüzden de yazı, çok daha uzak ülkelere ve
çok daha eski zamanlara ait çok daha fazla bilgiyi çok daha sağlıklı ve çok
daha ayrıntılı bir biçimde aktarma olanağı verdiği için çağdaş toplumlara güç
kazandırır.
***
Acaba
yazı niçin bazı toplumlarda ortaya çıktı ve bazı toplumlara yayıldı da
birçoklarına ulaşmadı? Tartışmaya, kolaylık sağlamak için, ilk yazı
sistemlerinin tam gelişmemiş olmasından, kullanım yerlerinin ve kullanıcıların
sınırlılığından başlayalım.
İlk
yazı biçimleri tam anlamıyla bitmiş ve açıklık kazanmış durumda değildi veya
karmaşıktı, ya da bunların üçü de söz konusuydu. (…).Bununla ilişkili bir başka
engel de bu ilk yazıları öğrenip kullanan insan sayısının az olmasıydı. Yazı
yazmayı ancak kralın ya da tapınağın hizmetinde çalışan uzman yazıcılar
bilirdi.
***
İlk
yazı sistemlerine sahip toplumlar yazının birkaç işlevle ve birkaç yazıcıyla
sınırlı kalmasına yol açan kapalılıklarına niçin razı oldular? Ama bu soruyu
sormak bile eski bakış açılarıyla bizim kendi kitlesel okuryazarlık beklentimiz
arasındaki uçurumu ortaya koymak oluyor. İlk yazıların kullanım alanlarının
sınırlılığı istenen bir şey olduğu için daha az kapalı bir yazı sistemi
geliştirme dürtüsü vermiyordu kimseye. Eski Sümer kralları ve rahipleri yazının
uzman yazıcılar tarafından vergi borcu olarak koyunların kayıtlarının tutulması
için kullanılmasını istiyordu, yoksa kitlelerin şiir yazmasını, kumpaslar
kurmasını değil. İnsan bilimci Claude Lêvi-Strauss’un dediği gibi, eski
zamanlarda yazının en önemli işlevi ‘’öteki insanları köle etmeyi kolaylaştrımak’’tı.
Yazının uzman olmayan kişilerce kişisel olarak kullanılması çok sonra, yazı
sistemlerinin giderek basitleşmesi ve daha fazla anlatım gücü kazanması
sonucunda oldu.
***
İlk
yazların kullanım alanlarının ve kullanıcılarının sayısının sınırlı olması insanlık
tarihinde yazının niçin bu kadar geç ortaya çıktığı konusunda bize fikir verir.
Bağımsız olarak icat edilmiş olma olasılığı ya da olanağı bulunan yazıların
(Sümer, Meksika, Çin, Mısır yazılarının) hepsi, bu icat edilmiş sistemlerin
bütün ilk uyarlamaları (örneğin, Girit’teki, İran’daki, Türkiye’deki, İndus
Vadisi’ndeki, Maya bölgesindeki), karmakarışık ve merkezi siyasal kurumları
olan, toplumsal bakımdan katmanlı toplumlar gerektiriyordu.
***
Dolayısıyla
salgın insan hastalıklarına yol açan mikropların gelişmesi için nasıl yiyecek
üretimiyle, yiyecek üretimini izleyen binlerce yıllık toplumsal gelişme
gerekiyorsa yazının gelişmesi için de gerekiyordu. Yazı bağımsız olarak
Bereketli Hilal’de, Meksika’da ve belki de Çin’de ortaya çıktı çünkü bu bölgelerin
her biri bulundukları yarım kürede yiyecek üretiminin ilk başladığı yerlerdi.
Yazı o birkaç toplum tarafından bir kez icat edildikten sonra, ticaret, fetih
ve din yoluyla, aynı ekonomik ve toplumsal örgütlere sahip başka toplumlara
yayılmaya başladı.
***
Yazının
tarihi de bize insan icatlarının yayılmasını çevrenin ve coğrafyanın benzer
şekilde etkilediğini çarpıcı bir biçimde gösteriyor.
***
Önemli
icatların fark edilen ihtiyaçları gidermek amacıyla yapıldığını düşünürüz.
Aslında icatların pek çoğu ya da büyük çoğunluğu, sırf merak ya da tamircilik
aşkının etkisiyle harekete geçen kişilerin eseriydi, onların kafalarındaki ürüne başlangıçta
hiçbir talep yoktu. Bir şey icat edildikten sonra mucidin o şey için bir uygulama
alanı bulması gerekiyordu. Ancak uzunca bir süre kullanıldıktan sonra
tüketiciler o şeye ‘’ihtiyaçları’’ olduğunu hissetmeye başlıyorlardı.
***
Aslında
çağdaş icatların en ünlüleri ve görünüşte en belirleyicileri için bile ileri
sürülen ‘’Falan şeyi falanca icat etti,’’ gibi çıplak bir iddianın gerisinde o
icadın göz ardı edilen ilk habercileri yatmaktadır. Örneğin, bize hep ‘’James
Watt buharlı makineyi 1769’da icat etti,’’ denir; güya bir çaydanlığın
emziğinden çıkan buharı seyrederek ondan esinlenmiş. Bu harika öykü iyi hoş ama
Watt’ın kafasında aslında kendi buharlı makine düşüncesi Thomas Newcomen’ın bir
buharlı makine modelini tamir ederken doğdu, Newcomen o makineyi 57 yıl önce
icat etmişti ve Watt’ın tamir ettiği zaman gelinceye kadar İngiltere’de söz
konusu makineden yüzden fazla üretilmişti. Beri yandan Newcomen’in buharlı makinesi de İngiliz Thomas Savery’nin
1968 patentli makinesine dayanıyordu, Savery’ninki 1680 dolaylarında Fransız
Denis Papin’in tasarımladığı (ama yapmadığı) buharlı makineye dayanıyordu,
Papin’inki ise Hollandalı bilim adamı Christiaan Huygens ve başkalarının
düşüncelerinden esinlenmişti.
***
Gelin
işe aynı toplumda çeşitli icatların kabul edilirlik derecelerini
karşılaştırarak başlayalım. Kabul edilirliği etkileyen en az dört neden
göreceğiz.
Birinci
ve en açık etken mevcut teknolojiyle karşılaştırıldığı zaman ortaya çıkan
göreli ekonomik üstünlüktür. Çağdaş sanayi toplumlarında tekerlek çok
yararlıyken, bazı başka toplumlarda bu hiç de böyle değildi. Eski Meksika
yerlileri dingilleri olan tekerlekli araçları icat etmişlerdi, ama oyuncak
olarak kullanmak üzere, ulaşım aracı olarak değil. Bu bize inanılmaz geliyor
ama unutmayalım ki o tekerlekli araçları çekecek evcil hayvanları yoktu, bu
yüzden de taşıma işinde bu araçlar insanlara karşı bir üstünlüğe sahip değillerdi.
İkinci
bir kaygı da toplumsal değer ve saygınlıktır, bu (ya da bunun eksikliği)
ekonomik yararın önüne geçebilir. Bugün milyonlarca insan iki misli para verip
özel tasarımlanmış kotları satın alıyor, aynı derecede dayanıklı markasız
kotları değil- çünkü tasarımcının etiketinin toplumsal damgasını taşımak,
ödedikleri fazla paradan daha önemli.(…) yine bir başka etmen kazanılmış
haklara uygunluktur.(…) Yeni
teknolojilerin kabul edilmesini etkileyen son etmen yararlarının kolayca
görülüp görülmemesiyle ilgili.
***
Ortaçağda
teknoloji akışının yönü bugünkü gibi Avrupa’dan İslam âlemine doğru değil,
büyük oranda İslam âleminden Avrupa’ya doğruydu. Ancak MS aşağı yukarı 1500
yılından başlayarak bu akışın yönü yüz seksen derece değişti.
***
Çok
işe yarar bir icat bir toplumda ortaya çıktığı zaman bu icat genellikle iki
şekilde yayılır. Biri o icadı gören ya da duyan başka toplumların beğenip
almalarıdır. İkincisi, icadın yapıldığı toplum karşısında o icattan yoksun
toplumlar kendilerinin zayıf kaldıklarını görürler, bu zayıflık yeterince
önemliyse o topluma yenik düşerler, yerlerini onlara bırakırlar.
***
Teknoloji
teknolojiyi doğurduğu için, bir icadın yayılması, gelecek açısından,
yapılmasından daha önemlidir. Teknoloji tarihi kendi kendini hızlandırma süreci
denen şeyin örnekleriyle doludur: Yani, zamanla artan bir oranda hızlanan bir
süreçtir bu çünkü süreç kendi kendini hızlandırıcı olur. Sanayi Devrimi’nden bu
yana teknolojideki patlama bugün bizi etkiliyor ama ortaçağdaki patlama da
Bronz Çağı’ndakiyle karşılaştırıldığımda aynı derece etkileyicidir, Bronz
Çağı’nın yanında Üst Yontma Taş Çağı cüce kalır.
Teknolojinin
genelde kendi kendini hızlandırmasının bir nedeni ilerlemelerin ilk önce daha
basit sorunların aşılmasına bağlı olmasıdır. Örneğin, Taş Çağı çiftçileri
doğrudan demir ayrıştırmaya ve demiri işlemeye geçemediler çünkü bu iş yüksek
sıcaklıkta fırınlar gerektirir. Bunun yerine demir madeni işçiliği, ısıya gerek
kalmadan çekiçle dövülerek biçim verebilecek kadar yumuşak olan ve
kendiliğinden yeryüzüne çıkan saf metallerin (bakır ve altının) işlenmesiyle
elde edilmiş binlerce yıllık deneyimden sonra gelişti.
***
İnsan
teknolojisi iki buçuk milyon yıl önce kullanılmış olan ilk taş aletten
başlayarak gelişti ve benim modası geçmiş 1992 lazer baskı cihazımın yerini
alan ve bu kitabın matbaa öncesi kopyasını basmak için de kullanılmış olan 1996
lazer baskı cihazına kadar geldi. Başlangıçtaki gelişme hızı tahmin
edilemeyecek kadar yavaştı; taş aletlerimizde hiçbir fark edilir değişiklik
olmadan yüzbinlerce yıl geçti, bu arada başka malzemelerden yapılmış eşyaların
bulunduğuna dair elimizde hiçbir kanıt da yok. Bugün teknoloji o kadar çabuk
gelişiyor ki bu gelişmelerin haberleri günlük gazetelerde yer alıyor.
***
Yüzölçümü,
yayılma kolaylığı, yiyecek üretiminin başlama tarihi bakımından kıtalar
arasındaki farkların teknolojinin ortaya çıkışı üzerindeki bütün bu etkileri,
teknoloji kendi kendisini hızlandırdığı için daha da abartılı boyutlara
ulaşmıştır. Avrasya’nın başlangıçtaki hayli önemli üstünlüğü böylece 1492’de
çok öne geçmesini sağladı-insan zekâsının değil Avrasya’nın belli coğrafi
özellikleri sağladı bunu. Benim tanıdığım Yeni Gineliler arasında da gizli
Edison’lar var. Ama onlar yaratıcılıklarını kendi durumlarıyla ilişkili
teknolojik sorunları çözmeye yönlendiriliyorlar: Onların sorunu gramofon icat
etmek değil, Yeni Gine’nin sık ormanlarında, dışarıdan hiçbir şey almadan
hayatta kalmak.
***
Yönetim
ile din bileşimi, mikroplar, yazı ve teknolojiyle birlikte tarihin genel
seyrini belirleyen en yakın dört ana etmenden biri olarak işte böyle işlev
gördü. Devlet ile din nasıl ortaya çıktı?
***
Aşağı
yukarı 7500 yıl önce şefliklerin ortaya çıkmasıyla birlikte insanlar, tarihte
ilk kez, yabancılarla düzenli olarak karşılaşmayı ve onları nasıl öldürmeleri gerektiğini
öğrenmek zorunda kaldılar.
***
Hırsızkratların(hırsızlar yönetimi) tarih boyunca başvurdukları dört çözüm yolu vardır:
1- Halkı silahsızlandırmak, seçkinleri silahlandırmak. Mızrakların, sopaların evde kolayca yapılabildiği çağlara göre, ileri teknoloji silahlarının yalnızca sanayi kuruluşlarında üretilebildiği ve seçkinlerin tekelinde olduğu günümüzde bu çok daha kolaydır.
2- Toplanan haraçların çoğunu herkesin hoşuna gidecek şekilde dağıtarak kitleleri mutlu etmek. Bu ilke Hawaii şefleri için geçerli olduğu kadar bugün Amerika siyasetçileri için de geçerlidir.
3- Genel düzeni koruyarak ve şiddeti durdurarak sahip olunan gücü insanların mutluluğu için kullanmak. Bu merkezileşmiş toplumlara göre büyük ve değeri anlaşılmayan bir üstünlüğüdür.
4- Hırsızkratların halkın desteğini kazanmalarının son çaresi hırsızkrasiyi haklı çıkaracak bir ideoloji ya da din inşa etmeleridir.
1- Halkı silahsızlandırmak, seçkinleri silahlandırmak. Mızrakların, sopaların evde kolayca yapılabildiği çağlara göre, ileri teknoloji silahlarının yalnızca sanayi kuruluşlarında üretilebildiği ve seçkinlerin tekelinde olduğu günümüzde bu çok daha kolaydır.
2- Toplanan haraçların çoğunu herkesin hoşuna gidecek şekilde dağıtarak kitleleri mutlu etmek. Bu ilke Hawaii şefleri için geçerli olduğu kadar bugün Amerika siyasetçileri için de geçerlidir.
3- Genel düzeni koruyarak ve şiddeti durdurarak sahip olunan gücü insanların mutluluğu için kullanmak. Bu merkezileşmiş toplumlara göre büyük ve değeri anlaşılmayan bir üstünlüğüdür.
4- Hırsızkratların halkın desteğini kazanmalarının son çaresi hırsızkrasiyi haklı çıkaracak bir ideoloji ya da din inşa etmeleridir.
***
Kurumsallaşmış
din, zenginliğin hırsızkratlara aktarılmasını haklı gösterirken merkezileşmiş
toplumlara iki önemli yarar sağlar. Birincisi, ortak ideoloji ya da din,
birbiriyle akraba olmayan insanların birbirlerini öldürmeden bir arada
yaşayabilmesi sorununu ölçer-akrabalığa dayanmayan bir bağla onları birbirine
bağlayarak. İkincisi, insanların başka insanlar adına hayatlarını feda etmeleri
için kendi genetik öz çıkarları dışında gerekli güdüyü sağlar.
***
Devletin
bütün bu özellikleriyle kabilelerden şefliklere geçişe yol açan gelişmeler en
uç noktalara taşınmıştır. Ama ayrıca devletler çeşitli yeni yönleriyle
şefliklerden ayrılmışlardır. Bu ayrımlardan en temel olanı devletlerin siyaset
ve ülke toprağı sınırlarına dayanarak örgütlenmesidir, obaları, kabileleri,
basit şeflikleri tanımlayan akrabalık sınırlarına değil. Dahası obalar ve
kabileler her zaman, şefliklerse genellikle tek bir kökene ve dile bağlı bir
gruptan oluşur. Oysa devletler-özellikle devletlerin harmanlanması ya da fethi
yoluyla oluşmuş imparatorluklar- her zaman farklı kökenli ve çok dillidir.
Devlet bürokratlarının seçiminde ölçü şefliklerde olduğu gibi genelde akrabalık
değildir, bürokratlar hiç değilse bir oranda eğitimlerine ve yeteneklerine göre
seçilmiş uzmanlardır. Daha sonraki devletlerde, bugünkü devletlerin çoğunda,
liderlik babadan oğula geçmez, pek çok devlette de şefliklerden kalma biçimsel
sınıf sistemi bütünüyle terk edilmiştir.
***
Devletlerin
nereden kaynaklandığı sorusunu ele alan kuramlardan en basiti çözülecek
herhangi bir soru olduğunu yadsıyanıdır. Aristoteles devletin insan toplumunun
doğal bir durumu olduğunu, bir açıklamaya gerek olmadığını düşünüyordu. Onun
hatası anlaşılabilir bir şeydir çünkü onun tanıyor olabileceği bütün
toplumlar-MÖ dördüncü yüzyıldaki Yunan toplumları- devletti. Oysa biz MS
1492’de dünyanın çoğu bölgesinin şeflikler, kabileler, obalar şeklinde
örgütlendiğini biliyoruz. Devlet oluşumu gerçekten de bir açıklama
gerektiriyor.
***
Yoğun
yiyecek üretimi mi nüfus artışını tetikler, bir şekilde karmaşık bir toplumun
yolunu açar? Yoksa büyük hacimli nüfuslar ile karmaşık toplumlar mı bir şekilde
yiyecek üretiminin artmasına yol açar?
Soruyu
böyle, o mu yoksa bu mu diye sorarsak asıl önemli noktayı gözden kaçırırız.
Yoğun yiyecek üretimi ile toplumsal karmaşıklık birbirlerini ateşlediler,
birbirlerini hızlandırdılar. Yani nüfus artışı toplumsal karmaşıklığa yol açar,
daha sonra tartışacağımız düzenekler aracılığıyla, toplumsal karmaşıklık da
yoğun yiyecek üretimine ve giderek nüfus artışına.
***
Merkezileşmiş
toplumlara özgü bütün bu olanaklar tarih boyunca yiyecek üretiminin artmasına,
bunun sonucunda da nüfus artışının hızlanmasına yol açmıştır.
Buna
ek olarak yiyecek üretimi karmaşık toplumların belli yönlerine en azından üç
şekilde katkıda bulunur. Birincisi, mevsimsel olarak emek girdisinin artması
söz konusudur.
İkincisi,
yiyecek üretimi, depolanmak üzere yiyecek fazlası yaratacak şekilde
düzenlenebilir, bu da ekonomik uzmanlaşmaya ve toplumsal katmanlaşmaya olanak
sağlar.
Son
olarak da yiyecek üretimi insanların yerleşik hayatı benimsemelerine izin verir
ya da bunu gerekli kılar, bu da büyük miktarda kişisel eşya sahibi olmanın,
ileri teknoloji ve el sanatları geliştirmenin, kamuya ait yapılar inşa etmenin
önkoşuludur.
***
Toplulukların
birleşmesinin itici gücü nereden gelir?
Bunun
yanıtı bir oranda evrim mantığında yatmaktadır. Bu bölümün başında söylemiştim,
aynı kategoride toplanan toplumların birbirine özdeş olmadığını; çünkü insanlar
ve insan toplulukları sonsuz çeşitlilik gösterir.
***
Anlaşmazlıkları
çözmeyi, sağlıklı karar almayı, ekonomik anlamda uyumlu bir yeniden dağıtım
yapmayı iyi beceren toplumlar daha iyi teknolojiler geliştirebilir, askeri
güçlerini bir noktada toplayabilir, daha geniş, daha verimli toprakları ele
geçirebilir ve daha küçük özerk toplumları tek tek ezebilir.
***
Küçük
birimlerin birleşmesiyle büyük birimlerin oluşması tarihsel ya da arkeolojik
olarak belgelenmiştir. Rousseau’nun dediği gibi, bu birleşmeler, hiçbir tehdit
altında olmayan küçük toplumların vatandaşlarının mutluluğunu arttırmak için
özgürce birleşme kararı almalarıyla oluşmamıştır. Küçük toplumların liderleri,
büyüklerinki gibi, kendi bağımsızlıklarını ve yetkilerini çok kıskanırlar. Oysa
birleşme iki şekilde olur: ya dış bir gücün tehdidiyle ya da gerçek bir
fetihle. Bu iki yolu örnekleyen sayısız durum vardır.
***
Avustralya’daki
yerli toplumların kültürel olarak ‘’geri’’ kalmasının nedenleri sorulduğunda
beyaz Avustralyalıların basit bir yanıtı var: Kabahat güya yerlilerin
kendisinde. Yüz çizgileri ve deri renkleri olarak yerliler elbette
Avrupalılardan farklı, bu fark bazı on dokuzuncu yüzyıl sonu yazarlarını
onların insansı maymunlarla insanlar arasındaki eksik halkayı oluşturduğunu
düşünmeye itti. Halkı 40.000 yıldan farklı bir süredir okuması yazması olmayan
avcı/yiyecek toplayıcılardan oluşan bir kıtayı sömürgeleştirmelerinin üzerinden
birkaç on yıl geçmeden, beyaz İngiliz sömürgecilerin okuryazar, yiyecek
üreticisi bir sanayi demokrasisi yaratmalarını insan başka nasıl açıklayabilir?
Avustralya’da zengin bakır, kalay, kurşun, çinko yataklarının yanı sıra
dünyanın en zengin demir ve alüminyum yataklarının bulunması da özellikle
dikkat çekicidir. Öyleyse Avustralya yerlileri niçin metal aletlerden hâlâ habersizdi
ve Yontma Taş Çağı’nda yaşıyorlardı?
İnsan
toplumlarının evriminde bu son derece denetimli bir deneye benziyor. Kıta aynı
kıta; ancak insanlar farklı. Bundan dolayı, Avustralya yerli toplumlarıyla
Avrupalı Avustralya toplumlarının arasındaki farkın açıklanması bu toplumları
oluşturan insanlardaki farkta aranmalı. Öte yandan bunda küçük bir yanılgı
olduğunu göreceğiz.
***
Şimdi
biz Yeni Ginelilerin ve Avustralya’nın Yontma Taş Çağı toplumlarının Demir Çağı
Avrupalılarıyla karşılaştırmalarına bakmak kalıyor. Yeni Gine’yi Portekizli bir
gemici 1526’da ‘’keşfetti’’, Hollanda 1828’de batı yarısı üzerinde hak iddia
etti, Britanya ile Almanya 1884’te doğu yarısını bölüştüler. İlk gelen
Avrupalılar kıyıya yerleşti, iç bölgelere yayılmaları uzun zaman aldı, ama
1960’ta Avrupa yönetimleri Yeni Gine’nin büyük bir bölümünü siyasal denetimleri
altına aldılar.
Avrupa’yı
Yeni Ginelilerin değil de Yeni Gine’yi Avrupalıların sömürgeleştirilmesinin
nedenleri çok açıktır. Okyanusları aşabilecek gemileri, Yeni Gine’ye kadar
gitmelerini sağlayacak pusulaları olanlar Avrupalılardı; haritayı basmak için
gerekli yazı sistemleri, matbaa makineleri, betimsel anlatılar, Yeni Gine
üzerinde egemenlik kurarken yararlanılacak yönetsek kırtasiyecilik onlarda
vardı; gemileri, askerleri, yönetimi örgütlemeye yarayan siyasal kurumlar; ok,
yaylarla, sopalarla direnen Yeni Ginelileri vurup öldürecek tüfekler
onlardaydı. Yine de yerleşmeye gelen Avrupalıların sayısı her zaman çok azdı,
bugün hala Yeni Gine’de daha çok Yeni Gineliler yaşamaktadır. Avustralya’daki
durumun tam tersidir bu; oralara çok sayıda Avrupalı gelip yerleşmişti, göçler
uzun sürmüştü ve geniş bölgelerde yerli nüfusun yerini yeni gelenler almıştı.
Yeni Gine niçin farklıydı?
Bunun
en önemli nedeni Avrupalıların 1880’e kadar Yeni Gine’nin ovalık bölgelerine
yerleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açan etmendi: Sıtma
ile öteki tropik hastalıklar…
***
Yakın
geçmişteki pota kuralına uymayan tek örnek dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesi
Çin’dir. Bugün Çin siyasal, kültürel, dilsel olarak tekparça bir ülke
görünümündedir, hiç değilse konunun yabancısı için bu böyledir. MÖ 221’de
Çin’de siyasal birlik sağlanmıştı ve Çin o zamandan bu yana yüzyıllar boyu
çoğunlukla bu birliği korudu. Çin’de yazının başladığı zamandan bu yana tek bir
yazı sistemi kullanıldı, oysa çağdaş Avrupa onlarca kez değişmiş alfabeler
kullanıyor. Çin’deki 1 milyar 2 yüz milyon kişiden 800 milyonu Mandarin dilini
kullanıyor, dünyada anadil olarak en yüksek sayıda insanın konuştuğu bir dil.
Üç yüz milyon kadar kişi ise yedi farklı dil konuşuyor, bu diller Mandarinceye
ve birbirlerine İspanyolcanın İtalyancaya benzediği kadar benziyorlar. Dolayısıyla
Çin bir pota olmadığı gibi, Çin nasıl Çinli oldu diye sormak da saçma
görünüyor. Çin neredeyse yazılı tarihin ta başından beri hep Çinliydi.
***
Sanayi
Devrimi’ni rasgele bir şekilde 18. Yüzyıl İngilteresinde buhar gücünün
kullanılmasıyla başlatmak adettendir, ama aslında su ve rüzgâr gücüne dayalı
bir sanayi devrimi ortaçağda Avrupa’nın pek çok bölgesinde zaten başlamıştı.
Avrasya’da 1492’de hayvan, su, rüzgâr gücünün uygulandığı bütün işler Amerika
kıtalarında hâlâ kol gücüyle yapılıyordu.
***
Avrasya ve yerli
Amerikan toplumları teknoloji ve mikroplar açısından olduğu kadar siyasal
örgütlenme bakımından da farklıydı. Ortaçağ ya da Rönesans çağı sonlarında
Avrasya çoğunlukla örgütlü devletlerle yönetiliyordu. Bunların arasında
Habsburg, Osmanlı, Çin devletleri, Hindistan’daki Moğol devletleri ve 13.
Yüzyılda zirvesine ulaşmış olan Moğol devletleri, başka devletlerin ele
geçirilmesiyle oluşan büyük ve çokdilli birer alaşım olarak başlamıştı. Bu
yüzden onlardan genellikle imparatorluk olarak söz edilir. Pek çok Avrasya
devletinin ya da imparatorluğunun devleti bir arada tutmaya yarayan resmi bir
dini vardı, siyasal önderler bu dinin kanatları altında yasallık kazanıyor,
başka halklara karşı savaşmak için haklı gerekçeler bulabiliyorlardı. Avrasya’daki
kabile ve oba toplumları daha çok kuzey kutup rengeyiği sığırtmaçlarıyla,
Sibirya avcı/yiyecek toplayıcılarıyla, Hindistan’daki ve tropik Güneydoğu
Asya’daki avcı/yiyecek toplayıcılarıyla sınırlıydı.
***
Amerikalıların ve Avrupalıların çoğu için Afrika yerlisi
demek ‘’karaderililer’’ demektir; beyaz Afrikalılar son zamanlarda dışarıdan
gelen insanlardır, Afrika’nın ırk tarihi demek Avrupa sömürgeciliği ve esir
ticareti hikâyesi demektir. Dikkatimizin bu belli olgular üzerinden
toplanmasının çok açık bir nedeni vardır: Amerikalıların çoğu Afrika yerlisi
olarak yalnızca siyahları tanır çünkü Amerika Birleşik Devletleri’ne köle
olarak pek çok siyah getirilmişti. Ama birkaç bin yıl öncesine kadar bugünkü
kara Afrika’nın çoğu bölgesinde çok farklı halklar yaşamış olabilir ve kara
Afrikalı denen insanların kendileri de ayrışıktır. Beyaz sömürgeciler gelmeden
önce bile Afrika’da yalnızca siyahlar değil dünyadaki belli başlı altı grup
insanlardan beşi yaşıyordu ve bunların üçü Afrika’dan başka yerde bulunmayan Afrika
yerlileriydi. Yalnızca Afrika’da dünyadaki dillerin dörtte biri
konuşulmaktadır. Yeryüzünde bu kadar insan çeşitliliğine sahip başka bir kıta
yoktur.
***
Niçin Avrasya sınırları içinde Bereketli Hilal, Çin ya da
Hindistan toplumları değil de Avrupa toplumları Amerika’yı ve Avustralya’yı
sömürgeleri haline getirdiler; teknolojik üstünlüğü ele geçirdiler, siyasal ve
ekonomik açıdan dünyaya egemen oldular? MÖ 8500 ile MS 1450 arasında herhangi
bir zamanda yaşayan ve o zaman gelecekteki tarihsel yörüngeleri tahmin etmeye
çalışan bir tarihçi hiç kuşkusuz Avrupa’nın egemenliğini en az olası sonuç
olarak görürdü, çünkü o 10.000 yılın büyük bir bölümünde Avrupa söz konusu üç
Eski Dünya bölgesi arasında en geri kalmış olanıydı. MÖ 8500’den Yunanistan’ın
ve İtalya’nın doğuşuna, yani MÖ 500’e kadar-hayvanların evcilleştirilmesi,
bitkilerin evcilleştirilmesi, yazı, metal işleme teknolojisi, tekerlek, devlet,
vb.- ne kadar yenilik varsa hepsi ya Bereketli Hilal’de ya da yakın çevresinde ortaya çıktı. MS
yaklaşık 900’den sonra su değirmenleri gelişip serpilinceye kadar Batı Avrupa
ya da Alplerin kuzeyi, Eski Dünya teknolojisine ya da uygarlığına hiçbir
katkıda bulunmadı; tem tersine gelişmeleri Doğu Akdeniz’den, Bereketli
Hilal’den ve Çin’den ithal eder konumundaydı. MS 1000’den 1540’ye kadar bile
bilim ve teknolojinin akış yönü daha çok, Hindistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar
yayılmış İslam toplumlarından Avrupa’ya doğruydu, bunun tersine değil. Bu
yüzyıllar sırasında, Çin yiyecek üretimine neredeyse Bereketli Hilal kadar
erken bir tarihte başlamış olduğu için dünyaya teknolojide önderlik ediyordu.
***
Yunan Yahudi-Hıristiyan geleneği olarak eleştirel deneysel
araştırma mirasına sahip olmasını neden olarak sayabilirsiniz. Ama yine de
bütün bu yakın nedenlere karşın geride yatan nedenin ne olduğu sorusunu
sormanız gerekiyor: Bu yakın nedenler niçin Çin’de ya da Bereketli Hilal’de
değil de Avrupa’da ortaya çıktı?
Bereketli Hilal için yanıt açıktır. Evcilleştirilebilir
mevcut hayvan ve bitki türlerinin toplanmış olduğu bir bölge olduğu için bir
zamanlar en öne geçen Bereketli Hilal’in daha başka zorlayıcı coğrafi
üstünlükleri yoktu. Bu öncülüğün yitirilişi güçlü imparatorlukların batıya
doğru kayışı olarak ayrıntılarıyla incelenebilir.
***
Kuşkusuz Avrasya’nın farklı bölgelerinde tarihin farklı
rotalar izlemesinde başka etkenlerin de rolü oldu. Örneğin, Orta Asya’nın
hayvancılık yapan atlı göçebelerinin sürekli olarak barbarca istilalarına
uğrama tehditi Bereketli Hilal, Çin ve Avrupa için aynı derecede değildi. Bu
göçebe topluluklardan biri (Moğollar) sonunda İran’ın ve Irak’ın eski sulama
sistemlerini tahrip etti ama Asya göçebelerinin hiçbiri Macar ovalarının
ötesine geçip Batı Avrupa ormanlarına yerleşmeyi başaramadı. Çevresel etmenler
arasında Bereketli Hilal’in coğrafi olarak ortada, Çin ve Hindistan’ı Avrupa’ya
bağlayan ticaret yollarının denetimini elinde tutabilecek bir yerde bulunması,
Çin’inse Avrasya’nın öteki ileri uygarlıklarından çok uzakta bulunmaktan dolayı
bir kıtanın içinde fiilen dev bir adaya dönüşmesi de var.
***
Bereketli Hilal ve Çin’in tarihinden çağdaş dünya için
çıkarılacak yararlı bir ders var: Koşullar değişir, geçmişteki üstünlük
gelecekteki üstünlüğün güvencesi değildir.
Acaba bu kitapta kullanılan coğrafyaya dayalı mantık, düşüncelerin
internet aracılığıyla hemen her yere yayıldığı, kargoların uçaklarla kıtalar
arasında düzenli olarak bir gecede taşındığı çağımızda tamamıyla geçersiz hale
gelmedi mi, sorusu da gelebilir aklınıza. Dünyadaki halklar arasında yarışmada
yepyeni kurallar geçerliymiş, bunun sonucu olarak da- Tayvan, Kore, Malezya ve
özellikle Japonya gibi- yeni güçler ortaya çıkıyormuş gibi görünebilir.
Yorumlar
Yorum Gönder