Çevre ve Ekoloji isimli kitap, Dr. Mine Kışlalıoğlu
ve Dr. Fikret Berkes tarafından yazılmıştır. Kitabın ilk basımı Mayıs 1989
yılında yayımlanmış olup; on üçüncü basımı Ekim 2012 yılında Remzi Kitabevi
tarafından yapılmıştır.
***
Türkiye insanının büyük, çok büyük çoğunluğu günü
gününe zorlukla yaşayabildiği için, tek bugün doysun diye, bile bile on beş yıl
sonra kanser olmaya gönüllüdür. Görülüyor ki burda çevrebilimine ekonomi
karışıyor.
***
Her nerede çevre kirliliği varsa, orda insanların
ruhsal kirliliği de vardır. Çevrenin güzelliği de, çirkinliği de o çevrede
yaşayan insanların ruhuna yansır.
***
Çeşitliliğe ağırlık vermek toplumlar için uzun
vadede sigorta oluyor. Örneğin, tüm enerji kullanımını petrole bağlamış bir
ülke, petrol tükenmeye yüz tutunca ya da pahalılaşınca krize düşüyor. Oysa
petrolün yanında kömür, güneş, rüzgar, su ve biyomas enerjisi üreten bir
ekonomi, kriz tehlikesini büyük ölçüde sigortalamış oluyor. Yani çok yönlü ve
çeşitli bir enerji politikası, riski bölerek azaltıyor.
***
Diyelim ki bulmaca yazarısınız. Bulmacayı birlikte
hazırlayalım. Önce solda sağa, on iki kare: Bir nehir adı. Sonra yukarıdan
aşağıya, on altı karelik bir düşünür adı. Bu iki dizgeyi titizlikle saptamak
gerekecek. Çünkü bulmacanın tüm diğer sözcükleri bu iki dizgeye uymak zorunda.
Demek ki bulmacanın diğer sözcüklerinin seçimi bu iki dizgeye bağlı. Tüm
bulmacanın harf dağılımını gerçekleştirirken, sözcükleri tek tek düşünmeyip,
‘’bütün’’ü göz önünde tutmak gerekecek.
İşte ekolojideki bütünsellik (holism) kavramı da bu
bilmeceye benzer. Doğanın çeşitli öğeleri arasındaki ilişkileri incelerken,
doğanın bir bütün olarak ele alınmasını öngörür. Bütüne verilen önem, çağdaş
ekolojinin en önemli özelliklerinde biri. Ama bütünsellik yalnızca ekoloji
biliminde kullanılan bir yaklaşım olmadığı gibi, bilim tarafından keşfedilmiş
de değil. Bütünsellik fikri neredeyse insanlık tarihi kadar eski. Ekolojide
bütüne yönelik incelemeler, sistembilim yöntemleriyle yapılır. Ortaya çıkan
sonuç, çevre sorunlarına eski yaklaşımlardan çok daha değişik bir bakış açısı
getirir.
***
Bilginin biri, Molla’ya, ‘’Sence kader nedir?’’
sormuş. Molla, ‘’Birbirini etkileyen sayısız olaylardan örülmüş bir olaylar
zinciri’’ diye cevaplamış. Bilgin beğenmemiş, ‘’Amma da yaptın, Molla! Her
şeyin belli bir nedeni olmaz mı? Her sonuca bir sebep gerekmez mi?’’ deyince,
Molla o sırada yoldan geçen kalabalığı göstermiş, ‘’Bak şu adamı kadıya
götürüyorlar. Sebebi ne? Biri ona gümüş akçe verdi, o bununla bir bıçak alıp
birini vurdu diye mi? Yoksa birini vururken yakalandığı için mi? Yoksa olay
sırasında araya kimse girmediğinden mi?’’
Bu öyküyü, olayları mutlak sebep-sonuç ilişkilerine
bölmeye çalışmanın, günlük yaşamı açıklamakta çoğu zaman yetersiz kalacağını
göstermek için kullandık.
***
Ekolojideki bütünsel yaklaşımı, doğadaki ilişkileri
bir bütün halinde ele almak şeklinde açıklamıştık. Çağdaş ekolojiyi diğer pek
çok müspet bilim dalından ayıran önemi özellik, bilimsel yöntem olarak bütünsel
yaklaşımın kullanılmasıdır. Ekolojide, doğanın parçalarının tek tek nasıl
işlediğine değil, bu parçaların ilişkilerine bakılır. Ekolojik bilmecelerde
gördüğümüz gibi, örneğin DDT’nin yalnız tarım zararlılarını öldürüp
öldürmediğine değil, doğada başka hangi şeyleri, ne şekilde etkilediğine
bakarız. Meksika buğdayının sadece hızlı büyüme yeteneği değil, bu yeteneğin
Anadolu koşullarında işe yarayıp yaramadığı da bizi ilgilendirir. Ya da barajın
bir tek suyuyla ilgilenmekle kalmaz, bu suyun kaynağını oluşturan havza
ağaçlandırılmadığı takdirde, erozyonla akacak toprağın bu barajı nasıl
etkileyeceğini de hesaba katarız.
***
Ekosistem kavramıyla birlikte, canlı ve cansız doğa
tek bir bütün, bir sistem olarak görülmeye başlandı. Bugün ekosistemi, ‘’belli
bir alanda yaşayan ve birbirleriyle sürekli etkileşim içinde olan canlılar ile,
bunların cansız çevrelerinin oluşturduğu bir bütün’’ olarak tanımlıyoruz. Bir
göl, bir ada ekosistem olarak düşünülebilir; Akdeniz ya da suyunu topladığı
havzası ile Fırat Nehri de öyle. Ama en büyük ekosistem birimi, şüphesiz ki
‘’ekosfer’’, yani dünya ekosistemidir. Karalar, denizler, içsular… canlısı ve
cansızıyla tüm dünyanın oluşturduğu bu bütüne, canlı ve küre anlamında
‘’biyosfer’’ de deniliyor. Ekosistem fikri, kendisiyle birlikte bütünsel
yaklaşımı da ekolojiye getirmiş oldu.
Peki, bir bütünü parçalarına ayırıp, bu parçaları
tek tek çalışan indirgemeli yaklaşımın ekoloji de hiç yeri yok mu? Elbette var.
Günümüz ekolojisinde bütünsel yaklaşımın yanı sıra, indirgemeli yaklaşım da
kullanılır. Her ikisi de gerekli, her ikisinin de yerleri ayrıdır.
***
Yeniden kullanım (İngilizce adıyla recycling) tüm
dünyada 1990’lı yıllardan bu yana en moda olan çevrecilik uygulaması. Çöpe
atılan kâğıtlar, madeni eşyalar, şişeler ve yemek artığı gibi organik maddeler
birbirinden ayrılıyor. Kâğıt, maden ve cam, hammadde olarak yeniden fabrikalara
gönderiliyor. Ülkemizde eski kâğıtlar, madeni eşyalar genellikle çöpe atılmaz,
hurdacılara satılırdı. Şimdi buna yeniden kullanım eklendi. Çöplerden ayıklanan
organik madde ise kompostlanıyor, yani organik kökenli çöplerden toprağa benzer
bir madde üretiliyor. (Bu işlem ülkemizde örneğin İzmir’de uygulanmakta.)
Almanya ve Japonya’da yeniden kullanım yöntemleriyle tüm çöpler %50 oranında
azaltılabiliyor.
Çöp konusu bütünsellik fikrini uygulamak için çok
iyi bir örnek oluşturur. Çünkü çöp sorununun tek çözümü yok; birbiriyle
ilişkili pek çok çözümü var. Örnek olarak plastik şişeler sorununu ele alalım.
İtalya ve diğer pek çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de plastik şişeler deniz
kıyılarını, hatta dalgıçların gözlemlerine göre, Marmara ve Ege’de koyların dibini kaplamış
durumda. Oysa bu PET cinsi plastik şişeler, sadece 1980’den bu yana yaygın
olarak kullanılıyor. Böyle bir kullan-at tutumu daha 100 yıl devam etse,
denizlerin ve kıyıların hali nice olur? Üstelik bu işin bir ilginç yanı da,
kendi paramızla çevremizi kirletmemiz.
***
Tanıdığımız bir biyoloji profesörünün kapısında
şöyle bir yazı asılıdır: ‘’Bugün bir yeşil bitkiye teşekkür ettiniz mi?’’. Bu,
mistik ya da mizahi bir slogan olmayıp, önemli bir ekolojik gerçeği dile
getiriyor. Dünyada yeşil bitkiler olmasa, yaşam da olmazdı, siz de olmazdınız.
Tüm ekosistemlerin temel üreticileri yeşil bitkilerdir. Bitkilerden başka bazı
mikroorganizmalar da üreticilerden sayılır, ama bu, ancak Karadeniz’in dibi
gibi bazı çok özel ekosistemler için geçerlidir. Yoksa bildik ekosistemlerden
büyük çoğunluğunun temel üreticileri yeşil bitkilerden oluşur.
***
Hindistan’ın
zenginleri gösteriş için ziyafetlerde tatlıların üzerine altın yıldız koyarlar.
Ülkenin fakirleri de, ellerinde değnekler, bu altın yaldızları, yiyenlerin
vücutlarından atıldıktan sonra geriye kazanmaya çalışırlar. Bu durumda
fakirlerin ayrıştırıcılardan temel ekolojik farklılığı şu: Pek çok elementin
aksine, altın kimyasal olarak şekil değiştirmeden vücuttan geçip gidiyor. Yani
biyolojik görevi yok. Altının genelde ekosistemde de bir rolü yok. Madenlerin
değeri ekosistemdeki değerleriyle ölçülseydi dünya epeyce farklı olurdu.
***
Canlı öğeler sürekli olarak çevrelerine uyum
gösterirler. Ekolojinin sekizinci ilkesinde gördüğümüz gibi; toprak, iklim,
hava koşullarına evrim yoluyla uyum geliştirirler. Birinci ilkenin gereği
olarak da bir yandan varlıklarıyla içinde bulundukları ortamı değiştirirler.
Birinci örneğimizde sizi, Kuzey Atlantik’in soğuk,
gri, sisli sularına götürüyoruz. İzlanda civarında volkanik aktivite ile zaman
zaman yeni kaya parçaları suların üzerine yükselir. Ama bu çıplak kayalar uzun
zaman böyle kalmaz. Önce liken denen bitkilerin taşlara tutunmasıyla değişim
başlar. Liken, bir çeşit yosun ve mantarın birlikte yaşamasıyla ortaya çıkan
bir bitkidir. Likeni oluşturan yosun ve mantar, birbirinden karşılıklı olarak
yararlanır. Teknik adıyla buna ‘’sembiyoz’’ ilişkisi denir. Likenlerden sonra,
zamanla birbiri ardına çesşitli bitkiler ve hayvanlar adada yaşamaya başlar.
Önce gelenlerin yaşamı, sonra gelenler için uygun koşullar oluşturur. Kaya
parçası, fiziksel ve kimyasal koşulları başlangıçtan tamamen farklı, yeşil bir
adaya dönüşür.
İkinci örneğimiz sizi, Güney Pasifik’in ılık mercan
kayalıklarına götürüyoruz. Tahitililer gitar çalıp, uzun ve ottan yapılmış
giysileri içinde dans ededursunlar, adanın iki günlük yelken-kürek mesafesinde
yeni bir ada inşa edilmekte. Bu kez adayı oluşturan güç, volkanik faaliyet
değil. James Bond’un aradığı çılgın nükleer bilimci ya da ABD barış gönüllüleri
de değil. Adayı inşa edenleri büyük dedelerinin yaptığı ‘’evler’’in üzerine
yeni evler kurarak fiziksel çevrelerini değiştirmekle meşguller. Birkaç bin
kuşak sonra, yeni bir mercan adası ılık suların üzerinde yükselecek. Bu harika
yapının mimarları, mikroskobik deniz canlıları. Kireçten oluşan minik kabukları
birbiri üzerine eklene eklene bu mercan hayvancıkları dünyanın yüzünü,
insanlara kıyasla az da olsa, değiştirmektedir.
***
Enerji açısından düşünülürse, güneşi kutsal sayılan
Orta Asya’daki atalarımızı anlamak hiç de güç değil. Ekosistem değirmeninin
çarklarını döndüren enerji, güneşten gelir. Güneş enerjisinin bir kısmı, temel
üretici olan bitkiler tarafından yakalanır, fotosentez yoluyla besin enerjisine
çevrilir. Bitki, bu enerjinin bir kısmını, büyümek, yeni bitki dokuları üretmek
için kullanır. Enerjinin büyük bir kısmı da bitki solunumu için harcanır.
Tüketiciler, bu bitkiyi yedikleri zaman, bitkideki kimyasal enerjiyi kendi
vücutlarına almış olurlar. Bu kimyasal enerjiyi, kendi vücutları içinde çeşitli
düzenlemelerden geçirirler. Aldıkları kimyasal enerjinin bir kısmını, kendi
yaşam işlemleri için harcarlar. Çok daha küçük diğer bir kısmı da onları yiyen
etçil hayvanlara aktarılır. Bu arada, ölen tüm bitki ve hayvan vücutlarındaki
kimyasal enerji de, ayrıştırıcılar tarafından kullanılır. Dolayısıyla güneşten
kaynaklanan ve etçil hayvanlar ve ayrıştırıcılar yönünde hareket eden bir
enerji akımı kurulmuş olur. Elbette, başlangıçtaki güneş enerjisi, bu akım
sırasında her durakta (canlı öğede) sürekli değişimlere uğrar. Büyük kısmı o
öğe tarafından kullanılır, ancak küçük bir kısmı bir sonraki öğeye aktarılır.
Bu enerji akımı tek yönlüdür. Güneşten başlar ve kullanıldıkça, canlılardan
çevreye ısı halinde yayılır.
***
‘’Çürüyüp toprak olmak’’ sözü bize hep ürkütücü
gelir, hüzün verir. İnsanın kalıcı olmadığını, dünyaya geçici olarak geldiğini
hatırlattığı için belki. Ama canlılar çürüyüp torak olmasalardı, doğa işleyemez
hale gelirdi. Çünkü bu maddeler, vücutlarda kilitlenip kalsalar, devreden
çıkmış olurlar. Üstelik durmadan güneşten gelen enerjinin aksine, hiçbir
kimyasal madde dünyaya dışarıdan gelmez. (Birkaç ufak meteoru saymıyoruz.)
İsterseniz, bir kimyasal maddenin canlı tarafından geçici bir süre, yani
yaşadığı sürece kullanılması, bir anlamda ekosistemde kendinden sonra gelen
canlılara da var olmak fırsatını verir, diye düşünün. Bu yolla, tek bir demir
atomu, değişik zamanlarda bir kayanın, bir ıspanak bitkisinin, bir kuşun, bir
insanın parçası olmuş olabilir. Bu fikre Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin 14.
cildinde, ‘’İnsanın konakları’’ başlığı altında rastlıyoruz:
"Önce
cansızlar ülkesine gelmiş, cansızlıktan da bitkiler alemine dönmüştür insan.
Yıllarca bitek olmuş, bu alemde ömür sürmüştür. Bitek, cansız şeylerin zıddı
olduğu halde bir zamanlar cansızlar ülkesinde bulunduğunu hatırına bile
getirmemiştir. Nebatlıktan hayvanlığa düşünce de nebat olduğu zamanki halini
hiç hatırlamaz.(A. Gölpınarlı, Mevlânâ, 1963.)"
***
Eskiden dünya atmosferinin sadece fiziksel ve
kimyasal nedenlerin etkisiyle oluştuğu sanılırdı. Bir şans eseri sonucu, atmosferin
yaşama uygun biçimde oluştuğu düşünülmekteydi. Dünyadaki yaşamın, ilk
canlıların bu atmosfere evrim yoluyla uyumlar geliştirmesiyle süregeldiği kabul
edilmekteydi.
Şimdiki düşünceye göre, yaşamın başlangıcından beri,
canlılarla atmosfer arasında etkileşim söz konusu. Canlılar, atmosferi ve yer
küreyi kendi ihtiyaçlarına daha uygun hale getirecek şekilde değiştirmeye
başladılar. Özellikle mikroorganizmalar, dünya üstünde kimyasal ortamı dengeli
ve sabit tutan bir güç oluşturmaktalar. Ansız koşullardaki değişikliklerin,
dünya atmosferi, su kütleleri ve toprağa yansımasını engelliyorlar. Özetle,
canlıların yeryüzünde yaşam koşullarına şekil verici ve denetleyici etkileri
mevcut. Yeryüzündeki tüm yaşam, tek bir canlı gibi, yaşadığı cansız çevreyi
denetimi altında tutuyor ve kendi varlığına daha uygun hale getiriyor.
***
Çernobil’deki nükleer santralin beklenmedik bir anda
tepesinin tası attığında, tüm dünya gibi biz de çaresizce radyasyonun bir
kısmının kafamıza yağmasını beklemiştik. Bazı çevre sorunları sınır dinlemiyor.
ABD Kanada’ya; İngiltere İskandinav ülkelerine bol miktarda asit yağmuru
yolluyor. Büyük Sahra Çölü, sınır tanımadan on üç Afrika ülkesinde birden
güneye doğru ilerlemekte. Dünyanın çeşitli yerlerinden atmosfere karışan
karbondioksit, metan gibi gazlar, tüm ekosferin iklimini etkiliyor. Artık dünya
çok küçüldü. İnsanın teknolojik gücü geliştikçe, çevresine de etki artıyor.
Ortaya çıkan çevresel hasarlar ise dünyanın ortak malı… Ne sana, ne bana…
hepimize…
***
Günümüzde dünya çapında çevre sorunları olarak
özellikle dört konu son yirmi yıldır gündeme geliyor: Karbondioksit gazının
artışı dolayısıyla meydana gelen iklim değişikliği, kanser yapıcı ışınları
süzen ozon tabakasının incelip delinmesi, tropik ormanların tahribiyle ortaya
çıkan, milyonlarca hayvan ve bitki türünün yok olma tehlikesi, bir de Çernobil
olayında olduğu gibi büyük çaptaki nükleer kirlenmeler. Bunlardan başka, tüm
dünya çapında olmasa bile, uluslararası boyutlarda, dünyanın geniş bölgelerini
etkileyen en az üç sorun daha mevcut: Asit yağmuru, çölleşme, toksik atıklar.
Bu listeye önceki yıllarda dünya
çapındaki sorunlar olarak çok sözü edilen üç madde daha ekleyelim: Dünya
ekosistemi çapında DDT kirlenmesi, denizlerdeki petrol kirlenmesi ve cıva
kirlenmesi.
***
Aslında nükleer enerji temelde çok güzel bir
fikirdi. Nükleer yakıtı bomba olarak patlatmak yerine, bu gücü bir enerji
kaynağı olarak kullanacaktık. Nükleer santrallerde fuel oil ya da linyit
yerine, dumansız, kokusuz bir yakıt olan uranyum kullanılır. Radyoaktif maddelerin
parçalanmasıyla çıkan ısının meydana getirdiği su buharı tribünler döndürülüp
elektrik üretilir. Küçük bir hap kadar uranyum, iş yapma gücü yönünden bir ton
kömüre eşdeğer. Nükleer santralin atıklarında tehlikeli radyoaktif maddeler yok
değil, ama atıklar zaten miktarca çok az. Bu atıklar sağlam bir yere gömüldü
mü, mesele kalmıyor. Nükleer santrallerin bomba gibi patlamalarına olanak yok.
Kaza tehlikesi ise sıfıra yakın. Risk analizcilerinin hesabına göre, bir milyon
reaktör-yılında bir ya da diğer bir hesapla her iki bin yılda bir büyük bir
kaza beklenebilir.
Nükleer enerji taraftarları, nükleer enerjiyi
dünyaya işte bu şekilde tanıttılar, ama çevreciler buna pek inanmadılar.
Ekologların, önemli bir bedeli olmadan bu kadar büyük bir kazanç elde edilebileceğine
akılları yatmadı.
***
Tropik ormanların kapladığı alan, dünya yüzeyinin
yalnızca %7’si. Ama yeryüzündeki hayvan ve bitki türlerinin %80’i bu bölgelerde
yaşıyor. Bu türler arasında kereste değeri olan ağaçlar, tarım potansiyeli olan
türler, belki de en önemlisi, henüz varlığından bile haberdar olmadığımız, tıp
ve eczacılıkta kullanabilecek bitki, hayvan ve mikroorganizmalar var.
Araştırmalara göre, ABD’de reçeteyle satılan ilaçların dörtte birinden fazlası,
yalnız tropik ormanlarda bulunan bitkilerden elde ediliyor. Bunların arasında
son yılların harika kan kanseri ilaçları vinblastin ve vinkristin; reserpin
gibi nörolojik ilaçlar da var. Çoğumuz yeni ilaçların kimya laboratuvarlarında
üretildiğini düşünürüz. Bu pek böyle değil. Yeni ilaçların çoğunun kaynağı ya
da modeli doğada. Dünyanın değişik ekosistemleri arasında en zengin ecza
maddesi kaynağı da tropik ormanlarda bulunuyor.
***
Hem asit yağmuru, hem de toksik sanayi atıkları
konusunda çok uygun düşen bir fıkramız var: Adamın biri, şöyle iddia edermiş,
‘’Galata kulesinden atlarsam bana hiçbir şey olmaz!’’. Tartıştıklarından
bazıları sonunda dayanamayıp, ‘’Haydi atla da görelim,’’ demişler. Bazıları da
yapma, etme diye durdurmaya çalışmışlar, fakat adam dinlememiş. Gitmiş, Galata
Kulesi’nin tam tepesine çıkmış ve atlamış. Bu atlamanın sonucunu söylemeye
içimiz el vermiyor. Ama rivayet ederle ki, bu aşırı iyimser ve deli adamın,
kulenin restoran katı hizasından aşağıya doğru hızla geçerken şöyle bağırdığı
duyulmuş: ‘’Şimdilik her şey yolunda gidiyor!’’
Toksik atıklar sorunu konusunda pek çok ülkedeki
durum, kuleden atlayan adamın öyküsünü anımsatıyor. Dünyadaki modern kimyasal
endüstrisinin tarihçesi yüz yıl kadar.
***
Ekonomik bakımdan gelişmiş ülkelerde modern tarım,
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başladı. O dönemde, bu ülkelerin ekonomisinde
emek, kısıtlı olan bir kaynaktı. Tarımda destek enerji kullanımı, birim işgücü
başına randımanı arttırdı. Bu da, kırsal nüfusun şehirlere kaymasını sağladı. O
dönemde kalkınmış ülkelerin ekonomileri çok hızla büyümekteydi. Endüstride
işgücü darlığı vardı. Tarımda makineleşmek, işgücünü sanayi dallarına aktaran
yararlı bir gelişmeydi.
***
Dünya tarımında çeşitli girdiler sayesinde önceki
yıllarda elde ettiğimiz üretim artışı, ekolojik açıdan sürdürülebilir nitelikte
değil. Çünkü kullanılan yaklaşımlar, üretimin dayandığı kaynakları azaltacak
yönde. Şöyle ki, yeni tarım alanı açmanın, su bulmanın, gübre kullanımının
giderek artan bir bedeli var, hem enerji yönünden, hem de parasal olarak.
Önemli girdilerden çoğunun, er geç tükenecek bir kaynak olan petrole bağlı
olması başlı başına bir sorun. Petrole dayandırılarak sağlanan bir üretim,
dünya petrol kaynakları azalıp kıt hale gelince, sürdürülemez. Ama petrol
sorunu olmasa dahi, örneğin yarın Ege’de inanılmaz zenginlikte yeni bir petrol
yatağı bulunsa ya da Azerbaycan parasız petrol verse bile; üretimi bugünkü
yöntemlerle arttırmak, birtakım kaçınılmaz ekolojik sorunlar getiriyor. Yeni
alan açmak, sulama, aşırı gübreleme, tarım ilacı kullanımı- bunların her biri çevreyi,
tarımı uzun vadede olumsuz etkileyecek şekilde değiştiriliyor.
***
Görüldüğü gibi, tarım politikası bir yandan enerji
politikasıyla bir yandan da nüfus politikasıyla yakından ilişkili. Ekolojik
enerji yaklaşımından şöyle önemli bir sonuç çıkarabiliriz: Nüfus arttıkça, ya
tarım üretimi artacak ya da nüfusun yediği besinin kalitesi düşecek. Enerji
girdilerinin yükselmesi, üretim maliyetinin de giderek artmasına neden olacağı
için, ülke halkı Robinson Crusoe’nin 10 kişilik ailesi gibi, bitkisel besin kaynaklarına
daha bağımlı hale gelecek. Ülkemizin nüfusu hızla artmakta. Pratik açıdan,
ülkemizin tarım alanları şimdiki nüfusun iki katını da besleyebilecek
kapasitede, ama o zaman halk bugünkü yediği etin çok daha azını yemek zorunda
kalabilir. Üretim arttıkça, dışarıdan gelen petrole bağımlılık da artacak.
Çünkü bedelsiz yarar olmuyor, bu artışın bir de maliyeti var. Amaç, ekolojik
çözümlerden yararlanarak bu maliyeti düşük tutmak olmalı.
***
Nüfus
artışıyla tarım arasındaki ilişki, demograflar, ekologlar ve ekonomistler
arasında uzun yıllardır, ‘’Tavuk mu yumurtadan, yumurta mu tavuktan çıktı?’’
kabilinden bir tartışmaya yol açtı. Tartışma konusu şu: Nüfus artışı mı tarımda
gelişmeyi izler, yoksa tarımda gelişmemi nüfus artışını? Bu konuda İngiliz
Thomas Malthus’un ilk kez 1798’de ortaya attığı birinci görüşe göre, tarımda
ilerleme ancak kısa bir süre için besin bolluğu saplar. Tarım üretimi aritmetik
diziye, insan nüfusu ise geometrik diziye göre arttığı için; nüfus, tarım
üretiminin besleme kapasitesini er geç aşar.
***
Besin kaynakları, enerji, diğer doğal kaynaklar…
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, dünya nüfusunun bu hızla uzun süre artmaya
devam edemeyeceği de çok açık bir biçimde ortada. Nitekim, dünya nüfusunun
artış hızının, 1960-75döneminde en üst noktasına ulaştıktan sonra, yavaşlamaya
başlaması çok anlamlı.
Meadows ve arkadaşları, Mesaroviç ve Pestel gibi
kendilerine ‘’Yeni Malthusçu’’ denen bazı çevrebilimciler, Malthus’un kısa
sürede yanıldığı, ancak uzun sürede haklı olduğu kanısındalar. Kaynaklar
kısıtlı olduğuna göre, dünyanın eninde sonunda üzerindeki nüfusu besleyemez
hale geleceğini savunuyorlar. Dolayısıyla, başlıca tartışma konusu, insan
nüfusunun uzun zaman bu hızla artıp artamayacağı değil, bu ekolojik felaket
olmadan önce, dünyanın yeni bir taşıma gücünde dengeye gelip gelemeyeceği.
***
Nüfus planlamasında Çin ilginç bir örnek teşkil
ediyor. Bu yüzyılın başlarında bu ülkede büyük kıtlıklar yaşandı. Sonradan
gelen hükümetlerin resmi nüfus politikaları da nüfus artışını destekler şekilde
sürdü. Çin’in 1972’de Stockholm’de toplanan Birinci Dünya Çevre Kongresi’nde
sunduğu bildiride, ‘’İnsanlarımız en büyük kaynağımızdır’’ denilmesi, bu
ülkenin 1970’ler de bile ‘’çokluktan güç doğar’’ düsturunu benimsediklerini
gösteriyor. Ama kongrenin hemen ardından Çin’de yeni bir nüfus politikası
oluşturuldu. Çünkü sanayi ve tarım üretimi bir yandan artıyordu ama, nüfusun da
diğer yandan artması, kişi başına düşen üretimi devamlı baltalıyordu. Hızla
artan tüm toplumlar gibi, Çinliler de sonunda ekonomik ve sosyal alanda yapılan
gelişmelerin, artan nüfus tarafından hızla silinip süpürüldüğünü anladılar.
Kalkınma alanında ne kadar yol alınırsa, topluma durmadan eklenen yeni nüfus
bunları yok ediyor, dolayısıyla toplum olduğu yerde sayıyordu. Sonuçta,
çokluktan güç değil, olsa olsa ekonomik ve toplumsal zorluklar doğuyordu.
***
Bazı çevreciler, otomobilin Amerikan toplumundaki
yerini anlatırken, ‘’otomobil ilahı’’ndan söz ederler. Hani neredeyse
çocukluğumuzda okuduğumuz Tommiks’lerde, Kızıldereliler’in ‘’Ulu Manitu’’ diye
çevresinde dans ettiği totemlerin yerini, bu yeni şeytan icadı almış.
Otomobilin ilahına ayrılan yer, New York ve Washington’da şehir alanının sadece
%35’i kadar, yani Los Angeles’ten epeyce az. Bu kadar büyük bir alan otomobil
kullanımına ayrıldığına göre, herhalde ulaşım çok hızlı ve rahattır, diye
düşünürsünüz, değil mi? New York’ta 1907’de at arabalarının ortalama hızı
saatte 18 km imiş. Bugün, 200-300 beygirlik arabaların, şehrin göbeği olan
Manhattan’da ortalama hızı ise saatte 8,4 km!
***
Kimimi park ve yeşillikleri lüks sanırız. Oysa açık
hava ve yeşil alanlar, şehir nüfusu için çok yönlü bir ihtiyaç. Yararlarını
şöyle özetleyebiliriz: Bitkiler havadaki toz ve kirletici gazları süzerek, hava
kirliliğini azaltır. Şehir içindeki büyük yeşil alanların, havanın kalitesini
ve dolayısıyla genel yaşam kalitesini arttırıcı görevi vardır. Kentin havasız
ve karanlık ortamında (örneğin; bodrum katında ) oturanlar için, yeşil alanlar
kolayca açık havaya ve güneşe çıkma fırsatını verir, sağlığa katkıda bulunur,
çeşitli hastalıkları azaltır.
Yeşillik dinlendirir, huzur verir. Parklar önemli
bir psikolojik ihtiyacı karşılar. Beton yapılar içine sıkışıp kalmış, doğa ile
iç içe olma imkânı kısıtlı insanlar açısından, bir büyük parkta rastlanan kuşlar
ve küçük hayvanlar, ruh sağlığına katkıda bulunur. Oyun, spor ve genel
rekreasyon alanları, toplum sağlığı açısından çok önemli. Avrupa’nın ‘’az çocuk
seven’’ toplumları çocuk bahçelerine çok önem verirken, bu çeşit alanlar bizim
şehirlerimizde neredeyse tamamen ihmal edilmiş durumda. Oysa bunlar fazla bir
yatırım da gerektirmiyor. İyi çocuk parklarının kurulabilmesi, para ve yerden
çok, yaratıcılık ve planlama gerektiriyor.
***
Yaşam kalitesini, şehir ekosistemlerinin sağlığı
belirliyor. Doğal çevrenin bozukluğu, toplumsal ve ekonomik çevrenin bozukluğu
ile yakından ilişkili. Şehir halkının temel ihtiyaçlarının karşılanamaması,
altyapı yetersizliği, hizmetlerin aksaması, tarihi ve kültürel değerlerin
korunamaması, hatta işsizlik, şehir güvensizliği ve şiddet, çevresel bozulma
ile ilgili. Şehir insanının gereksinimi, yalnızca konut ve iş değil. Temel
ihtiyaçlar arasında temiz hava, içilebilir su, parklar ve yeşil alanlar,
rekreasyon olanağı veren sağlıklı bir çevre de var. Böyle bir çevrenin
sağlanması, planlama ve vizyon sahibi önderliğin yanı sıra, şehir halkının
katılımıyla gerçekleşebiliyor.
***
Çevre sağlığı konusunda şöyle temel bir sorunla
karşılaşıyoruz: Çevre de sağlığa zararlı, örneğin kanser yapıcı o kadar çok
etken var ki, hiçbir hastalık veya ölüm olayı, kesin bir biçimde tek bir etkene
bağlanamıyor. Çevre kirliliğinden kaynaklanan ölümleri saptamak genellikle çok
zor. Örneğin, Ankara’da insanlar, hava kirliliğinden ölmezler. En azından
hiçbir resmi kayıtta ölüm nedeni, hava kirliliği olarak gösterilmez. Ama
akciğer kanseri, mide kanseri, kalp hastalıklarından ölme olasılıkları
(riskleri) artar. Kronik bronşit, astım, amfizem ya da diğer solunum yolu
hastalıklarına yakalanma riski de çok yükselir.
Ancak teşhis edilen hastalık, hemen hemen hiçbir
durumda, basit bir sebep-sonuç ilişkisiyle hava kirliliğine bağlanamıyor.
Örneğin, sigara içmenin tek başına riski, Ankara’nın hava kirliliğinin
yarattığı riskten fazla. Hem sigara, hem kirli havanın bir arada etkisi ise, bu
iki hastalık etkeninin teker teker etkilerinin toplamından fazla. Bu çeşit
bileşik etkilere, çevre bilimlerinde ‘’sinerjitik etki’’ diyoruz.
***
İçtiğimiz suyun plastik şişesi, çeşitli yiyecek
maddelerinin teneke kutuları, plastik kaplar… Tüketici toplumlarında bir kez
kullanıldıktan sonra çöplüğü boylayan maddelerin listesi uzadıkça uzuyor: Bir
kez kullanıldıktan sonra atılan kâğıt ve plastik tabaklar, giysiler, iç
çamaşırları, çocuk bezleri… Japonlar, ‘’atılabilir’’ fotoğraf makinelerini
iftiharla piyasaya sürdüler. Tüketim sanayii uygun fiyatlar, dayanıksız mallar,
cazip ilanlar ile ‘’al-at’’ tutumunu körüklüyor. Bu tutumu, hali vakti yerinde,
dinamik, çağdaş insana yakışır bir yaşam felsefesi; statü arttıran bir davranış
olarak tüketiciye sunuyor. Sonuç olarak günümüz insanı, tüketim maddelerini
kullanıp atmayı, sadece parasal açıdan değerlendirir hale geldi. Yani, hali
vakti yerinde olan, hemen kullanıp atmak kolaylığından yararlanıyor. Bütçesi
elvermeyen de, daha çok para kazanıp tüketim maddelerini hızla alıp atabileceği
günleri bekliyor. Oysa, ‘’Atma, yazık evladım, bir işe kullanalım’’ diyen
ninelerimiz, annelerimiz sağduyularıyla en temel ekoloji kuralını
uyguluyorlardı. Nitekim, ‘’Sakla samanı, gelir zamanı’’ gibi atasözleri,
Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasında, eski kilimini bozup heybe yapması, yeniden
kullanım fikrinin toplum ve geleneklerimizde ne kadar köklü olduğunu
gösteriyor. Çünkü, Nasreddin Hoca’nın ünlü fıkrasında olduğu gibi, doğada daima
‘’Eskimiş aylar kırpılıp kırpılıp yıldız yapılır’’.
***
Yakın yıllarda ithal edilmiş ‘’kullan-at’’ tutumu,
sadece bizim değil, Asyalının, Avrupalının, örneğin Hollandalının kültüründe,
geleneğinde yoktur. Bu böyle olmasaydı, yirmi yıl kullanılan İngiliz kumaşı,
ömür boyu bozulmayan İsviçre saatleri, otuz yıl kullanılan İngiliz ve İsveç
otomobilleri yapılmazdı. ‘’Kullan-at’’ felsefesinin tarihçesi, ABD’de bile
1950’lerden öteye gitmez. 1950-60 döneminde patlak veren tüketim ekonomisi ile
ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Bu ekonominin temel varsayımı, tüketici ne
kadar çok alış-veriş yaparsa, ülke düzeyinde refah seviyesinin de o kadar
yüksek olacağı inancına dayanır. Oysa bu çok tartışmalı bir varsayım.
***
Şöyle bir örnek düşünelim. Komşusunun yaptığı çömlek
testi içinde suyunu serin serin saklayan Anadolu vatandaşı giderek, plastik
şişelerde satılan suları kullanmaya başlıyor. Eskidiği zaman doğaya geri
dönecek toprak testi yerine, döngülere uymayan, yeniden kullanımı da zor bir
plastik çöp üretiyor artık. Komşusu da bu arada işsiz kalıyor. Plastiğin
hammaddesi petrol olduğu için ülke gelirinin daha büyük bir kısmı petrol
ithaline akıyor. Plastik yapımında ortaya çıkan kimyasal atıklar, variller
içinde şehir çöplüklerine gömülüyor ve büyük bir ihtimalle ileride sağlık
sorunları yaratıyor. Testiyi terk edip modernleşen vatandaş, bütün bunların
üstüne, belki de suyunu soğutmak için bir buzdolabı satın almak zorunda
kalacak!
***
Doğal ve sağlıklı yiyecekler, fasulye-pilav, yoğurt,
bulgur gibi geleneksel gıdalar devreden çıktıkça önümüzdeki kuşakları giderek
artacak kanser, kalp ve şeker hastalıkları bekliyor. Elbette bu akıma karşı
tepkiler de var. Pazarcılar bile sebze-meyvelerini ‘’organik’’ diye satıyor.
ABD kökenli ‘’fast-food’’ karşı, İtalyanlar ‘’yavaş yiyecek’’ modasını
başlattılar. Dünyaya yayılan bu akımın uluslararası ‘’slow foood’’ toplantısı,
2010’da Çanakkale’de yapıldı. Ama bu çabalar, hızla kimyasallaşan, çöplerle
dolan dünyada pek cılız kalıyor. Hormonlu etlerden uzak dururken, TV reklamlı,
kimyasallı çıtır yiyecekleri afiyetle yiyoruz. Çöp ve zehirli atıklar, sadece
daha geniş çaplı bir sorunun göstergeleri. Kimyasalların tüm yer altı sularına
bulaştığı bir çevrede şişe suyuna ne derece güvenilebilir? Sağlıklı yaşam olası
mı?
***
Tarih kitapları, eski medeniyetlerin savaşlardan
battığını yazar da, ülkeyi azar azar kemiren erozyon ve tarım üretiminin
düşmesi gibi uzun vadede ülkenin gücünü etkileyen çevresel etkenlerden söz
etmez. Oysa, arkeolog ve ekologların bir arada çalıştıkları bazı projeler,
çevre ve nüfus etkenlerinin uygarlıkların çöküşünde ne kadar önemli rol
oynayabileceğini göstermekte.
Bu örneklerden biri, Orta Amerika’nın Yukatan
bölgesinde yüzyıllardan sonra birden çöken Maya medeniyeti. Bu konuda çeşitli
teoriler var. Yeni verilere göre, Maya uygarlığının savaş gibi dış etkenlerle
değil; nüfusun on yedi yüzyıl boyunca yavaş yavaş artması, tarımın
yoğunlaşması, bitki örtüsünün tahribi sonucu toprağın taşıma gücünün azalması
gibi nedenlerle battığına inanılıyor. M.S. 250 tarihlerinde büyük bir ekolojik
krizle, ülkenin nüfusu onda bire düşmüş.
***
Türler, çevrenin nabzı gibi. Soyu tükenmekte olan
bir tür, aslında bize çevre sağlığı hakkında önemli bir mesaj veriyor. Çevreyi,
habitatını korumadan, azalan bir türü kurtarmaya çalışmak, akıntıya kürek
çekmek gibi. Umutsuzluğa kapılan bir ekoloğun dediği gibi, belki de yapabileceğimiz
en yararlı iş, bu soyu tükenmekte olan türlerin son kalan bireylerinin
boğazlarını sıkmak. Belki ancak o zaman, tüm bu dar kapsamlı koruma çabalarına
ayrılan bunca emek ve maddi olanaklar,
asıl önemli olan geniş kapsamlı doğa koruma çabasına aktarılabilir. Biyolojik
çeşitliliğin korunması, bir ülkenin sadece çevre sağlığı ile değil, uzun vadeli
ekonomik sağlığı ile de ilgili.
***
Bazı durumlarda da, hedeflenen zararlı ortadan
kalkar, ama doğal düşmanları ölmüş olan bir başka böcek türü artma fırsatına
kavuşur, tarlanın yeni zararlısı durumuna geçer. Ekologların sık rastladıkları
bir olay bu. Tarım ilacı kullanımı, zararlıları tamamen ortadan kaldıramadığı
gibi, bazen de yeni ‘’Frankeştayn’lar’’ yaratıyor. Bugün dünyada hiçbir ilacın
tesir edemediği 30 zararlı böcek türü var. Pek tutulan bir şarkıdaki soruyu
sormadan edemiyor insan: ‘’Nerden çıktı bu süperler?’’ İşte bu süperleri tarım
ilaçlarıyla biz ortaya çıkarıyoruz.
***
Kimyasal ilaçları, ‘’düşman’’ zararlıdan başka,
çevredeki diğer canlıları da ayrım gözetmeden öldüren bir yaylım ateşine
benzetebiliriz. Üstelik epeyce şaşkın bir yaylım ateşi. Çukurova
Üniversitesi’nden tarım bilimci Nedim Uygun’un araştırmalarına göre, uçaktan
atılan ilaçların ancak yüzde biri hedefine ulaşıyor. Biyolojik silahlar ise
genellikle bir tek seçilen hedefe gidiyor. Asalak ve hastalık yapan
organizmaların işimize çok yarayan bir özellikleri var: Konukçularını
seçiyorlar; gelişigüzel her böceğe değil, tek bir çeşit zararlıya hücum
ediyorlar. Oysa, daha önce gördüğümüz gibi, tarım ilaçları seçici değiller.
Avcı ve asalaklardan başka, biyolojik kontrolde
kullanılan birkaç silahtan daha söz edelim. Bunların arasında, zararlıların
büyüyüp erginleşmesini engelleyen hormonlar, cinsel çekici koku maddeleri olan
‘’feromon’’ adlı doğal kimyasallar da bulunuyor. Ticari olarak hazırlanıp
satılan feromonların kullanımı oldukça ilginç. Bu kimyasallar, böceklerin aklını
karıştırıcak şekilde etki yapıyor. Örneğin, Doğu Karadeniz ormanlarında bulunan
Doğu ladininin zararlılarından Ips böceğini bu yolla şaşırtıp, üremesini
engellemek mümkün. Feromonların sürüldüğü plastik boru tuzaklar, ormanlarda
asılıyor. Ips böcekleri, eşlerini bizim gibi kaşına gözüne bakıp seçmek yerine,
tüm böcekler gibi koklayarak bulduklarından, feromon sürülmüş boruların cinsel
cazibesine kapılıp tuzaklara doluşuyorlar. Doğu ladininin başka bir asalağı
olan soymuk böceğinin denetlenmesi ise, komşu Gürcistan ormanlarında yaşayan
yırtıcı bir böcekle yapılabiliyor. Ülkemizde doğal olarak bulunmayan bu böceğin
ithali söz konusu.
***
Biyolojik kontrol yöntemleriyle zararlının
denetlenemediği, biyolojik denetimin yetersiz kaldığı durumlarda ne yapmalı? Tarım
ilaçlarnın biyolojik yöntemlerle birlikte kullanımı ‘’birleşik denetim’’ adıyla
bilinir. Birleşik denetimde kimyasal ilaçlar kullanılır kullanılmasına ama,
ancak gerektiği zaman, gereken sıklıkta ve miktarda. Birleşik denetimde anahtar
fikir, akılcı kullanım; tarım sistemini ve potansiyel zararlıları iyi tanımak.
Zararlı hakkında tüm ekolojik bilgiler edinildikten sonra, toprağı derin
sürmek, ürünlerin rotasyonu, biyolojik kontrol gibi çeşitli yöntemler etkin
biçimde bir arada uygulanır. İlaç dozları dikkatle ayarlanıp, ilaçlama zamanı
iyi seçilir. Biyositler, zararlının en fazla etkileneceği döneme denk
getirilerek, ilaç kullanımı optimize edilir. En az kullanımla en çok etki
sağlanır. Böylece hem çevreye zarar, hem maliyet düşürülmüş olur.
***
Ülke ekonomisi açısından yeniden kullanım, hammadde
ithal eden ülkelerin dışa bağımlılığını azaltır. Bu konuda en çarpıcı örnek
Japonya. Japonlar, 1974’te kullandıkları tüm maddelerin sadece %16’sını geri
kazanırken, bu oran 1978’de %48’e çıktı. Yalnızca dört yılda elde edilen bu
olağanüstü yeniden kullanım artışı, kısmen maden ve kâğıt gibi maddelerin
ithalini azaltmak içindi. Ama daha önemli amaç, ithal edilen petrol miktarının
azaltılmasıydı.
Yeniden kullanım, enerji ihtiyacını nasıl azaltır?
Hemen hemen tüm maddelerin yeniden kullanımı, aynı hammaddenin doğadan
alınmasından daha az enerji gerektirir. Örneğin, kâğıdı ağaçtan elde etmek
yerine çöpteki maddelerden elde etmek,%20-40 oranında enerji tasarrufu sağlar.
Demir ve çelikte bu oran %35 kadar. Cam maddelerde de enerji tasarrufu var, ama
rekor alüminyumda. Bu madeni cevherinden almak yerine, çöpteki alüminyumdan
geriye kazanmak, %94 oranında enerji tasarrufu sağlıyor. Ülkemizde son yıllarda
kullanılmaya başlanan alüminyum tenekeler bugün çöpe atılmakta. Bu da önemli
ölçüde bir milli servet kaybına yol açıyor. Oysa, alüminyum tenekelere depozito
uygulansa, hammadde ve enerji kaybının önüne geçebilecek.
***
Biyogazın başlıca hammaddesi hayvan gübresi. Biyogaz
üniteleri yerel maddeler kullanılarak, kırsal alanlarda kolayca yapılabiliyor.
Her ünitenin tuğladan örülmüş kapaklı bir fermantasyon tankı var. Biyogaz bu
tankın içinde anaerobik bakterinin organik maddeyi parçalaması yoluyla
oluşuyor. Gaz çıkışı borusu ile yakıtın kullanılacağı ocağa getiriliyor. Bir
ailenin yakıt ihtiyacı, bir metreküplük
tek bir ünite tarafından karşılanabiliyor. Bu boyda bir biyogaz tesisinde
yeterli gaz üretimi için günde 25 kilo kadar hayvan gübresi (3-5 büyükbaş
hayvan eşdeğeri) gerekmekte. 1 kilo gübre, 1 litre su ile karıştırılıp, fermantasyon
tankına her gün ekleniyor. Biyogazın oluşması, ısıya bağlı olarak, güney
Hindistan koşullarında 3-8 hafta alıyor.
Biyogaz oluştuktan sonra geriye kalan fermante olmuş
gübre, birkaç haftada bir tanktan boşaltılıyor. Fermante olmamış gübreye kıyasla,
bu gübrenin besleyici minarelleri %20-25 oranında daha zengin. Tanktan çıktığı
haliyle tarım gübresi olarak kullanılabiliyor ya da depolanabiliyor. İçindeki
hastalık yapıcı organizmalar da yok edilmiş durumda.
***
İlk kez 1984’te kurulması tartışılan İçel-Akkuyu
Nükleer Santrali 1986’daki Çernobil kazasından sonra askıya alınmıştı. Daha
sonra planlar birkaç kez yazıldı ve bozuldu. Nükleer enerji konusunda 30 yıla
varan uluslararası deneyimlerden, kazalar, atıklar ve maliyet konuları olarak,
ortaya çıkan üç genel sonuç var. Kazalar ilk sanıldığından daha sık oluyor ve
bu kamuoyunu geniş çapta etkiliyor. Ama Çernobil hariç, doğrudan doğruya ölünle
sonuçlanan kaza sayısı oldukça az. Ancak nükleer sızıntıların yarattığı sağlık
sorunları zaten uzun vadeli.
Nükleer santrallerle ilgili olarak ortaya çıkan
ikinci önemli konu atıklar. Dünyanın hiçbir yerinde nükleer atık konusuna kesin
çözüm bulunabilmiş değil. Çoğu nükleer merkezde atıklar hemen oracıkta
havuzlanıyor. Denizlere atılsa, deniz ekosistemini etkiliyor; gömülse
sızıntılarla yeraltı sularına karışıyor. Nükleer çöp yakılamıyor. Kimyasal
yöntemlerle zararsız hale getirilemiyor. Ama bir yandan da devamlı artıyor.
Gelecek kuşaklara bırakacağımız tehlikeli bir miras!
Nükleer santral yapımı konusunda üçüncü önemli konu
olan maliyet ise en çok ekonomistleri düşündürüyor. Nükleer santrallerde
üretilen enerjinin birim maliyeti, 1960’lı yıllardan bu yana bir türlü
düşürülemedi. Hâlâ kömür-linyit yakan santrallerden daha yüksek. Üstelik,
nükleer santrallerin ortalama ömrü, örneğin Kanada’da, 35-40 yıl olması
gerekirken, 25-30 yıl olarak gerçekleşti. Vadesi dolan nükleer santrallerin
kapatılması da olağanüstü pahalı. Bütün bu maliyetler üst üste eklendiği zaman,
nükleer enerjinin, alternatiflerinden çok daha pahalı olduğu ortaya çıkıyor.
İşte nükleer enerjinin uluslararası alanda gözden düşmesine neden olan asıl bu
maliyet sorunu.
***
Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın çok anlamlı
bulduğumuz bir sloganı var: ‘’Dünya bize dedelerimizden kalan bir miras değil,
torunlarımıza bırakacağımız bir emanettir.’’ Bu deyiş, doğanın yalnızca bizim
kuşağımıza ait olmadığını belirtiyor. Doğayı, bir mirasyedi gibi, yalnız kendi
kuşağımızın çıkarları için kullanamayız. Bizden sonraki kuşakları da düşünerek,
doğayı ve doğal kaynakları sürdürülebilir bir biçimde, akılcı ve düşünceli
olarak kullanmak zorundayız.
İşte ekoloji biliminin çevre konularına getirdiği en
önemli özelliklerden biri, uzun vadeli dünya görüşü. Örneğin, şu anda belki
sorun yaratmayan, ama geometrik diziye uygun olarak artan bir ülke nüfusunun,
60 yıl sonrasını planlayabilmek için şimdiden tedbir almak gerek. Diğer bir
örnekle, planlama süresi on yılı geçmeyen serbest piyasa ekonomisi ile uzun
vadeli enerji planlaması yapılamaz. Çünkü güneş ve biyomas enerjisi gibi
yenilenebilir kaynaklara dayanalı bir ekonomi geliştirebilmek için,
Brezilya’nın yaptığı gibi, tedbirleri ‘’yumurta kapıya dayanmadan’’ çok önce
almak gerekiyor.
***
Asıl önemli olan değerleri bulabilmek için,
geleneksel değerlerimizden de yararlanabiliriz. Müslümanlıkta cennetin,
kuşuyla, çiçeğiyle olağanüstü güzel bir doğa parçası olarak gösterilmesi, bu
nedenle çok anlamlıdır. Bu bakımdan Müslümanlık, Hıristıyanlığa kıyasla doğaya
daha fazla değer veren bir din. Hıristiyanlıkta cennet, bu şekilde güzel bir
doğa olarak tanımlanmıyor. Çeşitli geleneksel değerlerimizi gözden geçirirsek,
en çok değer verilecek yaşamın, yüksek yaşam kalitesinin, tüketim maddeleri
biriktirmeden çok farklı bir olay olduğunu görürüz. Aslında bu gerçek, kişinin
okuyup öğrenerek değil; sezgileriyle vardığı bir sonuç. Havası, suyu kirli bir
şehre hapsolmuş bir kişi, kocaman ve pahalı televizyonundan, yeşil parklar ve
mavi koyların filmini seyrediyor. Ama bu, hiçbir zaman gerçek orman ve denizin
yerini tutmuyor, doyurucu olamıyor. Doğa değerleri yerine tüketim maddelerini
koymaya çalışan kişi mutlu olamıyor. Bazı sosyologlara göre, başta ABD olmak
üzere, Batı ülkelerini son yıllarda kasıp kavuran uyuşturucu madde sorunu,
ipini koparmış bir tüketim toplumunun bir uzantısı. Uyuşturucu maddeler, toplum
ve doğal çevreye yabancılaşmış tatminsiz insanlarda özlem uyandırıyor, onlara
cennet vaat ediyor. Ama bu hiçbir zaman ulaşılamayacak bir cennet, bir ‘’Yalan
Rüzgârı’’. Pek çok Batılının maddeciliği reddetmeye başlaması ile ilgili akımlar,
örneğin Yeşiller hareketi, kısmen ‘’tüketim toplumunun’’ getirdiği
tatminsizliklerle ilgili.
***
Sonuç olarak, çevrecilerin görmeyi umduğu, ekoloji
kurallarına uygun dünya, hiç de öyle korkutucu değil. ABD’li antropolog John
Bennett’in ilginç bir gözlemi var: Genelde insanlar birbirlerine, doğaya karşı
davrandıkları gibi davranıyorlar. Doğaya hoyratça davranan toplumlarda,
insanlar arasındaki ilişkilerin de hoyratça olduğunu söylüyor Bennett. 21.
Yüzyıla belki de ilk giren ülkelerden biri olan Brundtland’ın Norveç’i ile
komşusu İsveç, bu konuda eğitici örnekler oluşturuyor. Norveçliler ve
İsveçliler hem doğaya karşı oldukça
saygılı, hem de ülke içindeki insan ilişkileri olumlu. İnsan-doğa bütünselliği
fikrini kabul edersek, bunun da böyle olması gerek zaten. Doğa ile barışık
insan, kemdi toplumu ve tüm dünya ile de barışık.
Kaynak: http://www.sozkonusu.net/kitaplardan-onemli-notlar-cevre-ve-ekoloji.html
Yorumlar
Yorum Gönder